Binaların ortadan kalkması demek geçmişle bağımızın kesilmesi, şehrin kimliğinin kaybolması demek. Geçmişin izinde, Beyoğlu’nun kaybolan üç tiyatrosunun peşine düştük. AHMET ÜMİT
Eski Beyoğlu’na çağdaş Babil Kulesi denebilir. Farklı dillerin konuşulduğu, farklı dinlerin, farklı kültürlerin yaşandığı bir semt. O zamanlar genellikle Osmanlı’nın Batı kültürünü yansıtmasına rağmen, Türklerin ve Müslümanların da her zaman ilgisini çekmiş bir semt. Bu anlamda imparatorluğun kozmopolit yapısını çok iyi anlatan bir semt burası. Bugünkü adı olan İstiklal Caddesi’ne baktığımızda rengârenk bir kültürle karşılaşılırdı. Semti cazip kılan da bu farklı dillerin, dinlerin, kültürlerin birliğiydi.
Ancak Cumhuriyet’le beraber, yani dünyadaki gelişime koşut olarak ülkemizde de ulus-devletin kurulmasıyla, bu çokkültürlülük yerini teksesliliğe bırakıyor. Çünkü Cumhuriyet, ulus bilinci yaratmak istiyor. Ne yazık ki yeni kadrolar arasında etkili olanlar farklı ulusları, farklı dilleri, farklı dinleri birer tehlike olarak görüyor. Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları, 1964 ve 1974’teki Kıbrıs krizi, Osmanlı’nın eşit haklı vatandaşları, bu şehrin hakiki hemşerileri olan azınlıkların ülkeden kaçmasına neden oluyor. Geride kalanlar ise tek kültürlülüğe mahkûm oluyor. Oysa güçlü bir ulus-devlet yaratmanın yolu, ülkedeki farklı etnik kökenli insanların demokratik ve çoğulcu bir anayasayla haklarını özgürce yaşamasını sağlamaktır. Bunu başarabilen devletler, günümüzün güçlü ülkeleri haline gelmişlerdir. Nerede çokseslilik varsa, oralar büyür ve gelişir.
Bu çoksesli kültürün kıymetini bilemediğimiz için, bu semtin de kıymetini bilemedik. Eskiye dair ne varsa hepsini güya yenilik adına ortadan kaldırdık. Uygarlık ancak kurumlarla, geleneklerle oluşur. Bu gelenek illa 100 yıllık bir anayasa mahkemesi binasına sahip olmak değildir. Bu bina aynı zamanda bir şekerci dükkânı, ayakkabı tamircisi, bir han, meyhane, tiyatro, mağaza ya da meydan olabilir. Bunların ortadan kalkması demek geçmişle bağımızın kesilmesi, şehrin kimliğinin kaybolması demektir. Şehirler kimliklerini kaybettiklerinde, uluslar da kimliklerini kaybederler. O yüzden Beyoğlu’nun kaybolan üç tiyatrosunu hatırlatmaya çalışacağız. Geçmişte neymiş, bugün ne olmuş…
Önce ‘Bey’in Konağı’ydı
Beyoğlu, İstiklal Caddesi, eski ismi ile Cadde-i Kebir ya da Fransızcası ile söylersek Grande Rue de Pera…. Beyoğlu ismi Gritti ailesinin bölgede bulunan konağından geliyor. Andreas Gritti, ‘Bey’ lakabıyla anıldığı için bu mekâna da “Bey’in Konağı” deniyormuş. Buraya şehirden gelen insanlar, “Bey’in Konağı’na gidiyoruz” diye konuşurlarmış. Zamanla bu beyin konağı muhabbeti, Bey Oğlu’na dönüşmüş. Semtin isminin buradan geldiği söylenir. Bunlar rivayetler tabii, tam olarak bilmek de çok zor. Ama rivayetler güzeldir. Mitoloji ve efsaneler tarih anlatımını lezzetli kılar. Elbette gerçekliğini bozmadığı sürece…
Kimlik bunalımı
Batılılar 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğu’nun zor dönemlerinde gelmeye başlıyorlar. Gelme nedenleri yıkılmakta olan bu büyük devletten pay koparmak. Özellikle de yeni bir enerji türü olan petrol alanlarına konmak. Bizimkiler enerji olarak hâlâ kömürle idare ediyor. Başka bir sebebi de arkeolojik kazılar. İngiltere ve Almanya’ya baktığımız zaman derin bir tarihi kimliği yoktur ve kendilerine bir kimlik arıyorlar. Hititler, Antik Yunan ya da Roma İmparatorluğu mirasçısı olduklarını kanıtlamak istiyorlar. Bergama’daki dünyanın sekizinci harikası olan Zeus Altarı’nı alıp götürüyor, Antik Mısır’ı yağmalıyorlar. Bunun sebebi sadece bir müze açmak değil. Emperyal devletlerin kendilerine kimlik araması. Batılıların sıkça gelmesiyle kalacak otel ihtiyacı oluşuyor. Büyük Londra Oteli, Pera Palas, Bristol Hotel, Tokatlıyan inşa ediliyor. Böylece Batı ülkelerinin elçilikleri her anlamda daha etkin oluyor.
Osmanlı döneminde büyükelçilikler Beyoğlu’nda açılıyor. 16. yüzyılda Fransa, büyükelçiliğini faaliyete sokuyor. Ardından öteki Batılı devletler onları takip ediyor. Böylece bu elçiliklere hizmet için caddede sağlı sollu dükkânlar, mağazalar, ibadethaneler, oteller, tiyatrolar, eğlence yerleri sökün ediyor. İşte İstiklal Caddesi böyle doğuyor. Elbette bu bölgede tiyatroların özel bir yeri var.
Son perde
O dönem sinema yok, televizyon yok, ama tiyatrolar altın çağını yaşıyor. Çünkü tiyatro, sanatsal bir etkinlik değil, aynı zamanda kamusal alan ve sosyal yaşamın bir parçası. Beyoğlu’ndaki tiyatroların kültürel etkisini de böyle düşünmek gerekir. Üstelik tiyatrolar sadece İstiklal Caddesi etrafında yaşayanlara hizmet vermiyor, Fatih’ten, Üsküdar’dan, Beşiktaş’tan da insanlar tramvaya binip buraya geliyor.
Naum Tiyatrosu
Zamanının Saray Sahnesi
O dönemde Batılılaşma sanata da yansıyor tabii. Karagöz ile Hacivat, Kavuklu ile Pişekâr yerine Molière, Shakespeare sahnelenmeye başlıyor. İstanbul’daki ilk tiyatro binası Venedikli Jüstinyen tarafından Galatasaray’da yaptırılan Fransız Tiyatrosu. İstanbul’daki ikinci tiyatro olan Naum Tiyatrosu, bugünkü Çiçek Pasajı’nın olduğu yerde inşa ediliyor. 1844-1870 yılları arasında oldukça popüler bir tiyatro. İsmini kurucusu olan Mihael Naum’dan alıyor. Burada sadece tiyatro oyunları değil opera temsilleri de yapılıyor. Nitekim Fransız tiyatro ve opera sanatçısı Sarah Bernhardt da Naum Tiyatrosu’nda sahne alıyor.
Özellikle Abdülmecit devrinde padişah tiyatroya büyük ilgi gösteriyor. Naum Tiyatrosu bir tür saray sahnesi gibi hizmet veriyor.
Öyle ki tiyatroda Hünkâr Locası bile kuruluyor. Sultan Abdülmecit, Naum Tiyatrosu’nda Donizetti’nin ‘Linda di Chamouix’ adlı operasını izliyor ve sanatçılara önemli miktarda para ihsan ediyor. O yıllarda opera temsillerine ağırlık veren tiyatroya Donizetti Paşa müzik yönetmeni olarak atanıyor. Yine Abdülmecit’in gelecekte hükümdar olacak V. Murat, II. Abdülhamit ve V. Mehmet’i yanına alarak bu tiyatroya gelmesi unutulmayacak olaylardandır.
1870 yılında çıkan büyük yangında öteki ahşap binalarla birlikte ne yazık ki Naum Tiyatrosu da yanıyor. Sonradan Rum banker Hristaki tiyatronun bulunduğu yere kendi adını taşıyan bugünkü Çiçek Pasajı’nı inşa ettiriyor.
Tepebaşı Dram Tiyatrosu
100 yıl hizmet verdi, bir yangında kül oldu
Bugün bu tiyatronun olduğu yerde maalesef bir otopark ve çirkin mimarisiyle TRT binası var. Gerçek bir garabet örneği. Bir devlet estetiği, bir devlet aklı bu kadar mı çirkin olabilir! Daha önce burada Tepebaşı Bahçesi vardı. Bu bahçe 24 Temmuz 1880’de hizmete girmişti. Bir çay bahçesi değil, eğlence ve buluşma merkeziydi. Birahanesi, restoranı vardı. Dünyaca ünlü caz solistleri konserler veriyordu. Hayata dair ne varsa, büyük bir kozmopolit şehir nasıl yaşıyorsa burada da öyle yaşanıyordu. Ve buna paralel olarak bir de Tepebaşı Dram Tiyatrosu açıldı. 1890- 1983 yılları arasında hizmet verdi. Nerdeyse yüz yıllık bir dönemden söz ediyoruz. Ne yazık ki 1970 yılında bir yangında yok oldu. Bir kundaklamadan şüpheleniliyordu. Çünkü bu ülke o kadar enteresan ki tiyatro şeytan icadı, kadın oynatıyorlar diye düşünen çevreler var. Tiyatronun arkasında marangozhane bulunuyordu. Asıl salon yanınca, 1975 yılında bu marangozhane tiyatroya çevrildi. Deneme Sahnesi adıyla ilk oyunu 22 Haziran 1975’te sahnelenen Zeynep Oral’ın yazdığı, Beklan Algan’ın yönettiği Adsız Oyun’du. Ben de orada Shakespeare’in ‘Bahar Noktası’ oyununu izledim. 1980’de adı Tepebaşı Sahnesi’ne dönüştürülen tiyatro 1983’te faaliyetlerine son verdi. Tepebaşı Bahçesi de böylece tümüyle ortadan kalktı.
AKM
Yanması darbeye gerekçe oluşturdu
1956’da mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun projesi ile AKM inşaatı başlıyor ve 1969 yılında İstanbul Kültür Sarayı adıyla hizmete giriyor. 1970 yılında bir yangın çıkıyor. Bu yıl çok önemli çünkü sol hareketler yükseliyor. Dünyadaki 68 hareketlerinin etkisi ülkemizde de hissediliyor. Türkiye’deki rejim korkmaya başlıyor. Sol hareketin bir şekilde bastırılması lazım, darbe yapılması lazım diye düşünüyor. AKM’nin yanması darbe için oluşturulan gerekçelerden biri oluyor. Polis hemen çıkıp “AKM’yi solcular yaktı” diyor. Yangının çıkma sebebi ise oyun bittikten sonra söndürülen büyük sahne ışıkları hâlâ sıcakken üzerlerinin battaniye ile kapatılması. Sekiz yıl sonra tekrar açılıyor ve 2005 yılına kadar hizmet vermeyi sürdürüyor. Sonra birileri çıkıyor; yıkalım diyor. Binaları öyle kolayca yıkmak medeniyet değildir. Kültürsüz insanlar büyük olanı güzellik, yenilikçiliği ise eski olan her şeyi yıkmak zannediyorlar. Üstelik bunu kendilerine muhafazakâr diyen çevreler yapıyor. Çölün ortasına yepyeni bir şehir kurabilirsiniz ama İstanbul gibi tarihi bir şehirde, çivi çakmak için bile kırk kez düşünmek gerekir. Çünkü amiyane tabiriyle başka İstanbul, başka İstiklal Caddesi yok.
İSTANBUL LIFE NİSAN SAYISINDA:
AHMET ÜMİT’LE ‘İSTANBUL MASALLARI’: PERA PALAS’IN, VAKTİNDEN ÖNCE ‘CHECK OUT’ YAPAN ÜÇ RAKİBİ
Nisan sayısını web üzerinden satın almak için: https://www.hepsiburada.com/istanbul-life-dergisi-guncel-sayi-p-HBV00000J2NN1