İzolasyon günlerini Ankara’da kız kardeşi Dr. Nuriye Ortaylı’yla beraber geçiren İlber Ortaylı’ya bu kez telefon üzerinden bağlandık. Ruh halini, evden çalışma sistemi hakkındaki düşüncelerini, sağlık görevlilerinin hepimiz için verdiği savaşı ve içinde bulunduğumuz dönemi nasıl değerlendirdiğini konuştuk. BURAK KURU
10 Nisan gecesi, 30 büyükşehir ve Zonguldak’ta hafta sonu için geçerli olacak sokağa çıkma yasağının başlamasına 2 saat kala açıklanması, istenmeyen görüntülere yol açmış ve marketlerdeki toplaşmalar sonucunda, İlber Ortaylı da sosyal medya hesabından, “Günlerdir gece gündüz demeden canlarını ortaya koyan sağlık çalışanlarının, emniyet mensuplarının emeklerine yazık oldu” ifadelerini kullanmıştı. Bu ay, 19 Mayıs’ın arifesinde, koronavirüsle mücadelede en ön sırada yer alan fedakâr sağlık çalışanlarını merkeze alarak konuştuk.
Nasıl gidiyor karantina diyerek başladık…
Bir süredir Ankara’dasınız Hocam, ruh haliniz nasıl?
Ruh hali pek belli olmuyor. Kendini rahat hissediyorsun. Mesela okuyorsun. Ama bilmiyorum parlak bir değerlendirme yapabiliyor musun. Onu bilemeyiz. Yazdıklarımı düzeltiyorum. Müzik dinliyorum, dinlemediğim. Filmler var izlemediğim, onları izliyorum. Bunlar güzel. Yani bugün 18 Nisan, 23 gün geçti, Ankara’da evdeyim. Onun bir de bir 10 gün evveli var. Kız kardeşim çok sıkı tedbirler alıyor. Ne kadar daha sürer bilemiyoruz.
Karantina günleri yeni çalışma düzenini ortaya çıkardı. Evden çalışma sistemi, günden güne daha fazla yayılıyor. Bu çalışma sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şurası bir gerçek; ev çalışmasının artık geleceğin çalışması. Yani çalışan takımına bu bir nevi hürriyet tanımadır. Kenefe girip çıkıyorsun diye Çinliler kurdukları fabrikada işçilere uyarı veriyorlardı. İsyan çıktı tuvalete giriş çıkış saatini kontrol ediyor diye. Böyle bir çalışma tarzı artık geçmez. Ama herkes evde de çalışamaz. Evde çalışmak daha hür bir çalışan yaratıyor. Ama iş arkadaşlarınla da yüz yüze değilsin, bu da ayrı meseleler çıkarıyor.
19 Mayıs yaklaşırken, görüyoruz ki Atatürk’ün mirasına en uygun şekilde davranan meslek kolu, sağlık çalışanları. Bu durum daha önce de böyle miydi Hocam?
Evet, Birinci Cihan Harbi’nde, İstiklal Savaşı’nda da tıp mensupları, ordu mensupları, çok önde gittiler. O dönem ilk defa genel seferberlik ilan edildiği için Askeri Tıbbiyesi içinden olmayanlar da Çanakkale’de ve diğer cephelerde sıhhiye birliklerinde çalıştılar. Faaliyet gösterdiler. Bunlardan ünlü kemanistimiz Ayla Erduran’ın babası Ordinaryüs Profesör Behçet Sabit Erduran’dır. Onun Çanakkale’de çok ilginç hatıraları vardır (İlgili kitap: Cephedeki Bir Doktorun Gözünden, 1915 Baharında Çanakkale, İş Bankası Yayınları). O hatıraları okuduğum zaman anlıyorum ki, karşı taraftan düşman asker, subaylar da bu tarafta tedavi ediliyor. Ord. Prof. Behçet Sabit Erduran, bir İngilize “Bacağını kesmem lazım” diyor ve kabul edip etmeyeceğini soruyor. “Yok ben Londra’ya gideceğim” diyor adam, halüsinasyon görmeye başlamış çünkü. “Peki” diyor Ord. Prof. Erduran, “5 dakika bir sigara içip geleceğim, sen de o arada düşün.” Sigara içmeye çıkıyor, karşıdan bir İngiliz atışı bütün sıhhiye çadırımızı götürüyor. Çok yapardı İngilizler bunu Çanakkale’de, çok kötü savaşırlardı yani… Bu mesela çok ilginç bir olay.
Savaş süresinde ve savaş sonrasında da çığır açıcı gelişmeler sağladılar. Bu kahramanlara yenileri de eklendi, değil mi?
Tabii, Refik Saydam Bey, birtakım zabitler gibi doktorlar gibi savaş içinde aşı ve serum konusunda çalışmalar yapmış. Kolera gibi orduyu çok tahrip eden bir şeye ve başka şeylere karşı bazı serumlar geliştirmiş. Ve bunlar üstünde, ben burada isim vererek durmayacağım ama Refik Saydam Bey, Türk sıhhiye bünyesi halkın sağlık durumunu çok iyi bilen biriydi. 1935’te Hitler’den hemen biraz sonra Dr. Albert Eckstein ve eşi Dr. Erna buraya geldiği zaman ona “Lütfen bir tarama yap” dedi Refik Saydam. Bu işi biliyor. Yani Numune Hastanesi pediatriye geçmeden tarama yaptı.
Nasıl sonuçlar ortaya çıktı, neler elde ettiler?
Çok ilginç sonuçlar çıktı. Görünüyor ki Cumhuriyet’in tıp ordusu bazı şeyleri halletmiş. Salgın hastalıklarda, kronik hastalıklarda… Ve bu da sülfamitler ve penisilinin keşfinden evvel. Bu çok önemli. Onun için Refik Saydam Bey, Türkiye’nin en büyük sağlık bakanlarından biridir, belki de birincisidir. Ve büyük bir politikacıydı. 8 Temmuz 1942’de Pera Palas’ta odasında ölü bulundu. Kalkmamış, uyanmamış. Çok da mütevazı bir oteldir Pera Palas, bakmayın siz ismi güzel. Şekli güzel. Mütevazı bir tek kişilik odaydı Refik Saydam Bey’in kaldığı.
BU SALGIN YENİLECEK
Günümüze gelirsek, şu anda mücadele eden sağlık çalışanlarımız, Atatürk’ün “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözünün hakkını veriyorlar. Buna katılıyor musunuz?
Bu salgın yenilecek… Öyle görünüyor artık. Bazı ışıklar var. Şuradan anlıyorum, hastanelerin durumunu çok soruyorum. Yani İspanya’da, İtalya’da hatta Britanya’daki gibi yığılmalar yok kapıda. Başından beri yok. Bizde bir kere “Acildeki doktor günde şu kadar hasta bakar” gibi bir şey yok. Bizimkiler çok alışkın çok kalabalık hastalara bakmaya. Adeta yorulmadan çalışıyorlar ve bu hayatlarına da mal oluyor maalesef. Ölenlerimiz var, hekimlerimizden ve sağlık personelimizden. Bu hekimlerimizin, fedakârane, üstün gayretli çalışmaları dolayısıyla bir de şunu söylemek zorundayız: Bu savaş kazanıldığı zaman büyük ölçüde başarının sahipleri hekimlerin kendileridir. Kendi meslek şuurlarıdır. Kendi etik değerleridir. Bunu burada herkesin bilmesi lazım. Çok açık bu. Şimdi bu hekimler, hastaneden çıkarken mesela hâlâ hastaları dirildiler diye onları alkışlıyorlar. Bu efendice bir davranış. Ümit ederiz ki bundan sonra hastalar kendilerine bakan hekimlere taburcu oldukları zaman alkış tutarlar. Veya ellerinden geleni yaparlar o hastanelere. Bunlar çok önemli şeyler. Bunun üzerinde duralım. “Doktor size hizmet etmek zorundadır” gibi ham bir popülizmin dünya sağlık sisteminde yeri yok. Özellikle de modern milletlerinkinde. Çünkü doktor, hekim, hemşire, sağlık memuru kolay yetişen biri değil. Onu bilin. Kolay çalışma şartları olan biri de değil. Fakat bu Türkiye’de en ağır bir biçimde olmaktadır. Olaylar gösteriyor ki sağlık personelimizin mesleki seviyeleri de yüksek. Bunu muhtelif nedenlerle görüyoruz. Bir sürü hastalık için millet Türkiye’ye geliyor tedavi olmaya. Öyle bir tıp turizmi bile gelişti.
BU BİR SAVAŞ HALİDİR
Sağlık personelimize karşı üzücü davranışlar da meydana geliyor. Konaklama konusunda bilhassa…
Evlerindekilere virüs geçirmemek için otellerde kalıyor bazıları. Mesela Divan Otel çok saygıdeğer bir iş yaptı. The Marmara aynı şeyi yaptı. Başkaları da var. Bazıları da çok ayıp ettiler. Daha önce de verdim ismini, Eyüp Hastanesi’nin teklifini reddeden Mövenpick mesela. Ben bunları not ediyorum. Bir de Novotel’de hadise çıktı. Daha sonra Grand Hyatt oteline yerleştirilmişler neyse ki. Bu tabii bir toplu seferberliktir. Bu bir savaş halidir… Buna katılanları takdir ederiz, bu çok açık bir şey. Katılmayanlara da gereken cevabın sözlü olarak, hafıza olarak verilmesi gerekir.
Savaş durumu olarak bahsettiğimiz bu dönem geçince, tıpkı savaşta başarılı olanlara verilen gibi tıp çalışanlarına da kahramanlık madalyası verilmesi, hayat şartlarının iyileştirilmesi gibi şeyler düşünülmeli mi?
Bunların hepsinin düşünülmesi ve verilmesi lazım. Tabip odalarının bunlarla da uğraşması lazım. Tabip odalarına diyecek bir şeyim yok, içtimai meselelerle çok uğraşıyorlar, bravo. Fakat meslekteki durumları geride kalıyor o zaman. Halbuki insanların maaşı var, emekliliği var. Başka bir işe benzemiyor hekimlik. Yani bu riskli bir meslek. Bütün bunların hesaba katılması lazım. Tabii her şeyden evvel toplumda bir zamanlar hekimlere gösterilen saygı ve ihtimam geriledi son yıllarda. Bu bir popülizm, politikacı popülizmi neticesinde çıktı. Bunun derhal rehabilite edilmesi lazım, hiç şakası yok. Kanun yok ortada. Asayişi sağlayacak insanları, hekimleri koruyacak kanun ortada yok. Hadi yapın görelim.
Devam eden hizmetleri sürdürmek için cansiperane çalışanlar da var. Bunlar arasında kargo çalışanları, kuryeler öne çıkıyor. Diğer meslek kolları da var…
Kargo hizmeti bugünlerde büyük bir olay. Hakikaten fişek gibi koşuyorlar, son derece riskli işleri yapıyorlar. Fırıncılar var. Fırının içine kimse girmesin diye kapının önüne çıkıyor, çıkan ekmeği satıyorlar. Maskeyi takmışlar, eldiven var ama dükkânlarına kim geliyor, kiminle muhatap oluyorlar belli mi? Son derece insanı heyecanlandıran, endişeye sevk eden bir durum. Bunları belirtmek lazım. Asayiş görevlileri, hastanelerde falan çalışanlar bilhassa. Bunların durumu kritik. Bir çocuk görev şehidi oldu mesela. Biri gitmiş, “Yukarı çıkacağım annemi göreceğim” diye öldürmüş görevliyi. Bu tip adamlar için cezai müeyyideyi ani ve derhal tatbik lazım. Adliye personelinin, savcıların takip meselesi gecikmeli olur. Onlara “Hızlandırın” diyemezsin. Fakat bunların önce psikolojik bakımdan gözlenmeleri ve nezaret altında tutulmaları gerekir. Kanundan evvel tıbbın bazı müdahaleleri yapmasına imkân vermeli. Bu çok önemli. Dolaşıyor sokakta böyle adamlar, herkese yapar aynı şeyi.
BBC Türkçe, “Yoğun bakımda bir gün” haberi yaptı. Cerrahpaşa’daki yoğun bakımı izledikleri haberde, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yoğun Bakım Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yalım Dikmen, “Bugünler geçtiğinde biz diyeceğiz ki oradaydık ve biz elimizden geleni yaptık. Tüm bu yorgunluk, yoğunluk ve korku geçtiğinde bize bir gurur kalacak” dedi. Bugünler geçince, bize yani halka ne kalacak?
Hocanın ifadesi, çok güzel bir ifade. Bravo. Bir şey diyebilmemiz için, bu BBC’nin çok takdir ettiğimiz bu başlık ve içeriği için, bizim ne yaptığımızı sormak lazım. Biz ne yapıyoruz? Yani insaflı, vicdanlı, saygılı davranmak zorundayız. Bunu yapabilen bir toplum ancak vazifesini yapmış demektir vatandaş olarak. Bunu kim takdir edecek? Sağlık personelinin bizzat kendisi. Halkımızdan çok büyük destek, yakınlık, çok büyük nezaket, ruhi ve manevi destek gördük diyebilecekler mi? Gerçekten bunu diyebileceklerse bizim madalyamız da o olacak.
İSTANBUL, KAHİRE OLAMAZ
Asıl mücadelemizin de koronavirüs sonrasında başlayacağı söyleniyor bir yandan. Şehir anlayışı, günlük yaşantımız kökünden değişmek zorunda görüşü dillendiriliyor. Siz ne diyorsunuz?
Maalesef Türkiye’nin büyük şehirleri, hele büyük büyük şehri artık Akdeniz medeniyetine yakışmayacak kadar büyük. Yani bütün Akdeniz medeniyetinin güzel, büyük, sağlıklı metropolü İstanbul, son 50 yıldır öyle hale getirildi ki… İdarecilerin keyfi yüzünden, vurdumduymazlığı ve bilgisizliği yüzünden oraya yakışmayacak bir şehir haline geldi. Yani İstanbul, Mexico City olamaz, Sao Paulo olamaz. İstanbul maalesef ve maalesef Kahire olamaz. Kahire’nin haline üzülüyorum. Bizimkine neden üzülmeyeyim? Orası da bir merkez. Burası çok kötü bir yer olacak yakın bir gelecekte. Afrika’nın büyük metropolleri gibi olacak. Bütün kırı bırakan insanlar manasız ve hizmetsiz kötü yapılı metropollere sığınacaklar. İstanbul aslında onlar gibi değil, yani Hindistan’daki ve başka yerlerdeki metropoller gibi değil. Su meselesi, elektrik meselesi, iyi kötü eğitim meselesi onlara göre çok farklı. Fakat insaf edin, onun da sınırına geldik artık. Coğrafya müsaade etmiyor. Bunların hepsinin düşünülmesi, düzenlenmesi gerekiyor milli bir proje halinde. İstanbul’un nüfusunun azalması, zararlı sanayilerin sökülmesi ve hemen hemen hiçbir sanayiye artık izin verilmemesi ve bunun sadece İstanbul’u değil bütün İzmit, Sakarya’ya kadarki bölümü, Bursa’yı da içermesi gerekiyor. Çünkü buralar ziraat bölgesi. İstanbul’un Trakya’ya doğru genişlemesi ne demek! Hemen durduracaksınız. Bu iş vergi sistemleriyle halledilir. Yoksa bostancıbaşını getirip de asayiş sağlayacak değilsiniz.
SÖYLEŞİ: BURAK KURU
FOTOĞRAF: EMRE YUNUSOĞLU