Tartışma programlarındaki uzmanlar, çorbada tuzları olsun diye uzun uzun anlatıyor. Ama onlar çok bilgi verdi diye zihinler berraklaşmıyor. Koronavirüsün yol açtığı bu haletiruhiye aslında yeni bir şey değil. Zen öykülerinde bile yeri olan durumumuzu psikiyatr Prof. Dr. Türkay Demir kaleme aldı.
Belirsiz durumlar, insanda tedirginlik ve rahatsızlık hissi uyandırır. Doğal bir yönelimle bu durumdan kurtulmaya çalışan kişi kabaca iki yoldan birisini tutabilir. İlki belirsizliği bilgi yoluyla gidermeye çalışmak, belirsizliği idare edebilmek, yönetebilmektir. İkincisi belirsizliğe tahammül etmeye çalışmak, belirsizliğe alışmaktır. Çok genel bir ifadeyle söylersek ilk yol Batı’nın, Batı akılcılığının, ikincisi ise Doğu’nun, Doğu bilgeliğinin yoludur. Bunların ikisi bir arada olmaz mı derseniz, ben olsa güzel olur diye düşünürüm.
Doğu bilgeliğinin beni şaşırtan ilk örneğiyle 8 yaşımda karşılaşmıştım. Güzel ve özlü sözler ihtiva eden bir kitapta şöyle bir cümle okumuştum: “Çorbaya fazla tuz atarsan çorba tuzlu olur.” Yanlış hatırlamıyorsam, yanında parantez içinde “Çin Atasözü” diye yazıyordu. Gülsem mi şaşırsam mı bilemedim. Ne demek istiyordu? Ben yaşta bir çocuğun bile ancak dalga geçerek okuyabileceği bu tuhaf cümlenin neresi özlüydü? Etrafımdakilere, “Size bilgece bir laf söyleyeyim mi?” deyip bu cümleyi tekrarlayarak güldüğümü de hatırlıyorum. Fakat cümlenin derine işleyen, akılda kalan bir tarafı olsa gerek ki, aptalca bulduğum halde unutmamışım.
Paul Reps ve Nyogen Senzaki’nin derlediği 101 Zen öyküsünden oluşan “Eti Kemiği Zen” kitabındaki iki öykü de, koronavirüs haletiruhiyesini anlamaya çalışırken bana yardımcı oldu. Bunlar kitaptaki en anlaşılır öyküler arasında sayılabilir. Yine de çorba cümlesine benzeyen tarafları var.
Buda’nın anlattığı söylenen ilk mesel şöyle: Adamın biri bir kaplanla karşılaşır. Adam kaçar, kaplan kovalar. Bir uçurumun kenarına gelirler, adam bir sarmaşığa tutunarak aşağı sarkar. Korkuyla titreyerek aşağı baktığında orada da bir başka kaplanın beklediğini görür. Onu hayata bağlayan sadece sarmaşıktır. Biri beyaz biri siyah iki fare, sarmaşığın kökünü ufak ufak kemirmeye başlarlar. Adam yakınında iştah kabartan bir çilek görür. Bir eliyle sarmaşığa tutunmaya devam ederken uzanıp çileği koparır. Tadı ne kadar güzeldir!
Şu anın tadını mı çıkaralım yoksa varlığımızı mı koruyalım
Mesel bu kadar. Bu hayli meşhur ve üzerinde çok düşünülmüş bir meselle ilgili yorumların çok büyük bir kısmı, yaşanılan ana odaklanmakla ilgili olduğu hakkında. Ardından kovalayan ya da gelecekte seni bekleyen tehlikelerin ortasındasın, bulduğun bir dayanağa şimdilik tutunabiliyorsun ve uzanabileceğin yerde o nefis çilek var. O çileğe uzanır mısın? Uzansan ve ağzına atsan onun tadını alabilir misin?
Acaba mesel o çileğin tadını çıkarmamızı mı tembihliyor? O çileği fark edebilmek, o çileğe iştah duyabilmek, o çileğin tadını alabilmek ve bütün bunları o koşullar altında yapabilmek mümkün müdür?
Bu yorumun tam aksini öne sürenler de vardır. Bazıları, adamın o sırada fareleri oradan uzaklaştıracak bir şey yapabileceğini, belki sarmaşık kökünden daha lezzetli olan çileği onlara atabileceğini ama her durumda dikkatini, varlığını korumaya yöneltmesi gerektiğini söylerler. Bu yoruma göre mesel yaşanılan anın tadını çıkarmayı değil, hazzın baştan çıkarıcılığına karşı koymayı öğütlemektedir. Zira şartlar adama pek seçenek bırakmıyor gibi görünse de, bir eylemin kendisinden önce fark edilmeyen bir ihtimali görünür hale getirmesi her zaman mümkündür.
“İkisi bir arada olmaz mı? Adam hem çileği yese hem de kurtulmak için çare arasa” derseniz, öylesi daha güzel olur diye düşünürüm.
Bilmemiz gerekenleri öğrenmek için yapmamız gerekenler var
Koronavirüs meselesinde bir yandan bilmemiz gerekenleri öğrenmeye bir yandan da yapmamız gerekenleri yapmaya çalışıyoruz. Bilmemiz gerekenleri öğrenebilmek için yapmamız gerekenler ve yapmamız gerekenleri yapabilmek için de bilmemiz gerekenler var. Bu son cümleyi laf olsun diye yazdım ama işte işler böyle böyle karışmaya başlıyor.
Koronavirüsün gündelik hayatımızı etkileyecek ve çok kısa vadede ortadan kaybolmayacak bir musibet olduğu anlaşıldıktan sonra hemen herkes konu hakkında bilgi edinme ihtiyacı hissetti. Pek çoğumuzun uzun süredir göz atmadığı televizyon kanalları yeni konuklar ağırlamaya başladılar. Kısa sürede konuk listesinin belirli bir biçimde oluşmaya başladığını ve bu yeni konukların her gün ekranlarda mesaiye kaldıklarını görmeye başladık.
Böylesi bir haber-tartışma programı için öncelikle Bilim Kurulu üyesi ile bir klinik mikrobiyoloji ve enfeksiyon uzmanı bulunuyor; ardından da göğüs hastalıkları, farmakoloji, kardiyoloji, halk sağlığı vb uzmanlık alanlarından hekimler bir araya getiriliyordu.
Pek bilinmeyen ve sinsi bir hastalıkla mücadele ediliyordu. Korunma ve önlem gerekliydi. Böyle bir durumda herkesin öncelikli ihtiyacı bu koruma ve önleme işinin nasıl yapılacağı hakkında bilgiydi. Ama kısa sürede bilginin kendisinden çok, bilgiye sahip olunduğu duygusuna ihtiyacımız olduğu anlaşılmaya başlandı. Tartışma programlarına göz atmayı bıraktığım noktada altı konuk saatlerce maske kullanımı ve bulaşma yolları konusunda tartışmışlardı. Düşününce, son hafta boyunca tüm öğrendiklerimin aslında en fazla 20 dakikada özetlenebileceğine karar verdim. Televizyon ekranında insanların bilgisayar tomografisi görüntülerini gösterip bize radyodiagnostik bahsinde yardımcı olan güler yüzlü ve iyi niyetli göğüs hastalıkları uzmanından özür dileyerek televizyonu kapattım. Hekim olmama karşın mikrobiyoloji, farmakoloji, göğüs hastalıkları, radyoloji, halk sağlığı dersleri bana fazla gelmişti. Hekimlerin bilgi dağarcıklarının başköşesinde yer alması gereken “doz” meselesi atlanmıştı. Demek ki çorbanın tuzu meseli de basitçe doz konusuyla ilgiliydi ve belki de fazla basit bir gerçeği söylüyor olması, söylenmesinin gerekmediği anlamına gelmiyordu. Televizyondaki haber-tartışma programları bazılarının safiyetle merak ettiği, bazılarının da karikatür konusu olarak sevdiği o “Sakız çiğnemek orucu bozar mı?” sorularının tartışıldığı Ramazan programlarına benzemeye başlamıştı.
Sen hâlâ o güzel kızı kollarında taşıyor musun?
Uzun uzun süreci tarif etmeyeyim ama şu gözlemin fazla itiraz uyandıracağını da sanmam: Garip bir şekilde kısa bir süre içinde bilgimizde büyük artış olmasına karşın belirsizlikler de büyüdü ve zaman zaman çok basit gibi görünen konularda bile (maske takmak) saatlerce sürüp sonuca bağlanamayan tartışmalara rastlandı.
Testlerin nasıl yapılacağı, ilaçların nasıl kullanılacağı, toplum hayatının nasıl düzenleneceği gibi tıbbi, idari, siyasi konularda birçok karmaşık soru ortaya çıktı. Baktığınız yere göre konu da değişik görünümlere bürünüyordu.
Bu ahval ve şerait içinde, yukarıda bahsettiğim uzman konuklar grubunun vazgeçilmez üyeleri arasına psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı çalışanları da dâhil oldular. Kendi hesabıma ben neredeyse ilk günden itibaren “toplumu bilgilendirmeye” ve “topluma böylesi durumlarda ruh sağlığını korumak için neler yapabileceğini” söylemeye büyük bir gayretkeşlikle soyunan meslektaşlarımın çabasını anlaşılır bulamadım. Genel olarak uzmanların olsun, ruh sağlığı alanında çalışan uzmanların olsun anlatma iştahının bu kadar kabarık olması beni şaşırttı.
Ama sadece anlatmaya dönük değildi bu iştah, bir tür “dayanışma ruhu” örgütlendiği düşünülerek çeşitli etkinliklere de girişildi. Bunların amaca ne kadar hizmet ettiği, ne kadar yetkinlikle icra edildiği gibi sorulara cevap verebilecek bilgilere sahip değilim. Ama uzaktan, bir ruhsal savunma gayreti içinde olunduğu izlenimine kapılıyorum. Şu ya da bu türden bir uzmanlığı olduğunu düşünen herkes bir çaba içinde. Örneğin gerek kişisel gerek kurumsal düzeyde çabalarla çocuklara koronavirüs salgınını anlatan, onları bilgilendiren, olası kaygılarını yatıştırmaya çalışan birçok broşür ve metin hazırlandı. Bunların çocukların bir işine yaradığını, çocuklar (ya da anne ve babalar) tarafından yaygın ve etkin bir şekilde okunduğunu, okunduysa onların zaten okuyana dek defalarca duydukları bilgilere yeni bir şey kattığına inanmak bana biraz safdillik gibi geliyor. Ama belki bu işe ucundan köşesinden katkıda bulunulduğu hissi, çorbada tuzunun bulunduğu hissi gayret sahiplerine iyi gelmiş olabilir. Bir musibet karşısında edilgin ve çaresiz değiliz, etkin ve çare üreten durumdayız diye hissedilmesine yardım etmiş olabilir. Yalnız böyle olunca özlü sözler kitabındaki o eski cümle ister istemez yine aklıma geliyor. Sanki uzmanların çorbada tuzlarının bulunması yolundaki gayretleri biraz fazlaydı.
Gelelim pek fazla yorum gerektirmeyen diğer öyküye. “Çamurlu Yol” adlı bu meselde iki Zen rahibi, Tanzan ve Ekido çamurlu bir yolda yürümektedirler. Ağır bir yağmur yağmaktadır. Bir dönemeci geride bırakırlar ve orada ipek kimonosu ve kuşağıyla yolun karşısına geçmekte zorlanan hoş bir kıza rastlarlar. Tanzan hemen kıza “Gelin” deyip onu kollarına alır ve çamurlu yoldan karşıya geçirir. Ekido gece vakti dinlenecekleri tapınağa vardıkları ana dek ağzını açmaz. Ama orada artık kendisini daha fazla tutamaz. “Biz rahipler kızlara yaklaşmayız. Hele böyle genç ve çekici olanlarına hiç! Tehlikeli çünkü. Neden yaptın bunu?” der. Tanzan “Ben kızı orada bıraktım” diye cevap verir: “Sen hâlâ taşıyor musun?”
YAZI: TÜRKAY DEMİR