Yoğun bakımda olduğu için son kez öpüp dokunamadınız. Acil önlemler yüzünden bir cenaze töreni düzenleyemediniz. Karantina sürecinde olduğunuz için acınızı başkalarıyla paylaştığınız yas süreci geçiremediniz… Virüs nedenli ya da değil; bu dönemde ölen yakınlarınızın ardından yaşadıklarınız, daha doğrusu yaşayamadıklarınız, yaşamınızı çok ağır etkileyebilir. Peki ‘vedalaşamamak’ bizi neden derinden yaralar? Psikiyatr/psikanalist Dr. Talat Parman kaleme aldı.
Arapça kökenli veda sözcüğü, ‘ayrılırken hayırlar dileme, konuk giderken onu uğurlama, yolcu etme, esenleme’ gibi anlamlara geliyor. Elbette ayrılığı çağrıştırıyor ve onu hafifletmenin bir olanağını sunuyor. Yalnızca kalan için değil, giden için de kuşkusuz. Karşılaşmalardaki, buluşmalardaki selamlaşmalar, merhabalar kadar ayrılırken vedalaşmak da önemli. Çünkü başlangıca yapılan vurgu sonda da olmalıdır. Bir karşılaşmanın selamsız sabahsız geçiştirilmesi kadar, ayrılmanın da uğurlamasız olması uygun karşılanmaz. Doğarken karşılanıyorsak, ölürken de uğurlanmalıyız. Ancak şimdi olduğu gibi; ya buna olanak yoksa?
“… Aynı akşam, damadımız Halberstadt’dan endişe verici bir telgraf aldık. Kızım Sophie, 26 yaşında ve iki erkek çocuğunun annesidir, gribe yakalanmış; dört günlük hastalıktan sonra 25 Ocak sabahı vefat etti. Trenler çalışmadığından oraya da gidemedik. Karım çok allak bullak oldu, şimdi yolculuk için hazırlanıyor; ancak Almanya’daki yeni karışıklıklar bu projenin gerçekleştirilebilmesini kuşkulu hale getiriyor. O zamandan beri bir ağırlık var hepimizin üstünde, bunun çalışma gücümü de etkilediğini hissediyorum. İkimiz de bu korkunç durumun üstesinden gelemiyoruz; çocukların anne-babalarından önce ölmesinin.”
14 Mart 1920 tarihli bu satırlar, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un, dostu, ünlü varoluşçu psikiyatr Ludwig Binswanger’a yazdığı mektupta yer alıyor. 1918-1920 yılları arasında salgın yapan İspanyol gribi, dünya çapında 500 milyondan fazla insana bulaşmış ve 50 milyonunun da ölümüne neden olmuştu. Bugün yaşadıklarımıza benzer biçimde, bundan tam yüz yıl önce de bir virüs salgını nedeniyle toplu ölümler olmuş ve günlük yaşam temelinden sarsılmıştı.
Çünkü başlangıca yapılan vurgu, sonda da olmalıdır
Bu mektuptaki her bir unsur üzerinde ayrı ayrı durulabilir. Örneğin çocuk kaybının anne-baba için dayanılmazlığı ve belki de düşünülemezliği (çocuğunu yitirenin adı yoktur değil mi; dul veya öksüz-yetim denmez, sahi onlara ne ad verilir?) ele alınabilir. Ya da Freud’un ölüm dürtüsünü kızı Sophie’yi yitirdikten hemen sonra tanımladığından da yola çıkılabilir.
Ancak ben burada, Freud’un kızının son anlarında yanında olamaması ve ölümünden sonra cenazesine de katılamaması yani ‘vedalaşamaması’ üzerinde durmak istiyorum.
Freud’un Viyana’dan, Hamburg’da hastalanıp ölen kızının yanına gidip onunla vedalaşamamasına benzer yüzlerce ve belki de binlerce olayı bugün bizler de yaşıyoruz.
Hasta yakınlarımızın yanına gidemiyor, gidebilsek bile onlara sarılamıyor, hatta dokunamıyoruz. Ölülerimizin cenazelerine katılamıyor, katılabilsek bile cenaze ritüellerini alıştığımız gibi gerçekleştiremiyoruz. Kısaca onlarla vedalaşamıyoruz. Bu da çok büyük bir eksiklik duygusu yaşamamıza neden oluyor.
Kalanlar kendini güvende hissetsin diye…
Peki ölülerle vedalaşmak yani tüm bu ritüeller neden bu denli önemli?
Fransız sosyolog, antropolog ve tanatolojinin (ölümbilimi) kurucusu Louis-Vincent Thomas’nın ‘Ölüm Ritüelleri’ başlıklı kitabının altbaşlığı ‘Yaşayanları Rahat Bırakmak İçin’dir. Elbette ölüm ritüelleri, aslında yaşayanların kendilerini rahat hissetmeleri içindir. Hiçbir toplumun ritüelsiz yaşayamadığını belirten Thomas, bunların geçici ve rastlantısal olanı zapt etmek için bir güvence olarak icat edildiğini söyler. Böylece belirsizliğin yarattığı kaygıya karşın çok belirli ve düzenli bir yaşantı örgüsü sunarlar. Hemen her şey en küçük ayrıntısına kadar öngörülmüştür.
İçinde yaşadığımız durumun geçiciliği (elbette en azından bir gün geçeceğini umuyoruz), rastlantısallığı (virüse yakalanma ve hastalığın gelişim süreci şüphesiz belli koşullarla belirleniyor ama bu, yaşadığımız olgunun genel rastlantısallığını ortadan kaldırmıyor) ve nihayet belirsizliğinin ağırlığı (ne kadar sürecek, nasıl bitecek sorularının yanıtlarının henüz olmaması); bütün bunlar, eğer Louis-Vincent Thomas’nın önermeleri doğruysa, bizim bu dönemde ölüm ritüellerine eskisinden çok daha fazla gereksinim duymamızın nedenini açıklıyor.
Yaşamda ortaya çıkan ani değişiklikler karşısında (elbette ölüm bunların en önemlilerinden biri) ritüeller, birtakım toplumsal uygulama ve simgelerden yola çıkarak bazı reçeteler, davranış biçimleri öneriyor ve böylece kuşkuların dağılmasını, ölüm örneğinde olduğu gibi yasın tutulmasını sağlıyor. Ölünün ardından yedisinde, kırkında, yıldönümünde yapılan ritüeller yaşanan süreyi de kontrol etmemizi kolaylaştırıyor. Yatıştırıcı, yapılandırıcı ve elbette güvenlik verici etkileriyle gelecek kaygısının kısmen de olsa ortadan kalkmasına katkıda bulunuyorlar.
Bir yakınım, ağır bir hastalık geçirirken ‘Sizi bırakıp gitmek istemiyorum’ demişti. Çünkü ruhsallık bedendeki ölümcül değişiklikleri çok önceden haber alıyor. Bebeğe ilk dokunuş kadar ölmekte olana son dokunuş da çok değerli.
Yeni anneler de depresyona girer çünkü doğum da bir ayrılık
Thomas, cenaze törenlerini, yani bir ölünün ardından yapılanları da dönüşümleri vurgulamak için bu ‘geçiş’ ritüelleri arasında sayıyor.
Ona göre anne karnından dünyaya geçiş olan doğum, çocukluktan erişkinliğe geçiş olan ergenlik gibi, canlı oluştan cansız oluşa geçiş olan ölüm de bir dönüşüm (metamorfoz). Dönüşüm, varoluşta temel bir durum değişikliği demektir ve ritüeller de buna topluluk olarak bir yanıt verilmesidir.
Ölüm ritüellerinin yas sürecine katkısı işte bu nedenle önemli. Bir ayrılığın yası kadar, bir dönüşümün de yasını tutmak gerekiyor çünkü.
Doğumun bir ayrılık olduğunu ve elbette yasının tutulması gerektiğini, kimi annelerin doğum sonrası girdiği depresyon durumundan biliyoruz. Doğumun yasını anne tek başına tutmuyor. Sigmund Freud’un yakın çalışma arkadaşı ve ilk psikanalistlerden olan Sandor Ferenczi, ‘Thalassa’ başlıklı çarpıcı kitabında, insanın yaşamı boyunca anne karnındaki ‘deniz’e dönme arzusunda olduğunu ve bunun yasını tutmanın hiç de kolay olmadığını öne sürüyor. Yani bebek de o güvenli, korunaklı ve sorunsuz ortamdan ayrılmanın, Freud’un deyimiyle ‘dünyaya atılmış’ olmanın yasını tutuyor.
Başka bir dönüşüm dönemi olan ergenliğin hayli hüzünlü ve yas dolu bir süreç olduğunu bizler yaşımız gereği unutmuş olsak bile, çevremizdeki ergenlerde bunu gözlemleyebiliriz; ki onlar için sorun, elbette ‘o mutlu çocukluğun’ yasını tutmaktır.
Dahası, çocuklarının ergenliğe girmesiyle anne-babaların da orta yaşa girerek başka bir yasa, gençliklerinin sonlandığını kabul etmenin yarattığı yasa savrulduklarını da belirtmek gerek. Bu iki örnekte, dönüşümü yaşayanla çevresindekiler farklı açılardan da olsa bir ayrılık ve yas yaşar.
YAZI: Psikiyatr/psikanalist Dr. Talat Parman