Yayıncı ve editör Mesut Varlık, bu kez kendi kitabıyla okurun karşısında. Kitap, ‘Olaylar Türkiye’de Geçiyor – Edebiyat, endüstrisi ve konuşmadıklarımız’ adının da işaret ettiği üzere Türkiye ve edebiyat üzerine pek çok kişinin konuşmaya cesaret etmediği konuları ele alıyor. Varlık’ın değindiği alanlar, bazı edebiyat çevreleri için rahatsız edici olabilir. Ancak unutmayalım ki, konfor alanımız bozulmadıkça ufkumuz açılmıyor.
Ayşegül Savur Özgen
Kitabın adından başlayalım mı? ‘Olaylar Türkiye’de Geçiyor’ ana başlığı ‘Edebiyat, endüstrisi ve konuşmadıklarımız’ diye devam ediyor. Öncelikle edebiyat ve endüstri kelimelerini yan yana görmek bazıları için rahatsız edici olabiliyor, değil mi? Neler oluyor bu işin endüstrisinde ve neleri konuşmuyoruz?
Neler olmuyor ki! Ben çok kullanırım “olaylar Türkiye’de geçiyor” lafını, biliyorsun. Kitaba isim koymamın bütün nedenlerini karşılıyor bu ifade. Son 40 yıldır Türkiye’nin kültürel hayatı koca bir deney odası gibi. Öncesi ve sonrası arasındaki farklara bakmaya başlayınca ortalığın bu denli karmaşık olmasını garipsememeye başlıyor insan. Adı konmamış ama gerçek bir savaş ortamı adeta. Sakin, insanların kendi gündemlerine çekilip kafalarını toparladığı iki haftaları olmamış, olmuyor da… Savaş günlerinde denize girenlerin fotoğraflarını görüyoruz belki ama kültürel kodlar ve tarihsel hesaplaşmalar döneminin çetin bir kültürel savaş ortamı yarattığı aşikar. Sanallaşmayla da gelen dalgalanmanın ardından karşımıza ne çıkacağını kestirmek çok zor.
Tarihin kazananlar tarafından yazılmasından sıkıldıysak, güncelimiz için de kazananların dışında neler olduğuna bakma hassasiyetini geliştirmemiz gerekir. Tarihle etik bağımızı ancak böyle kurabiliyoruz. Son 40 yılda bütün Türkiye’nin başından geçenleri henüz açıklıkla göremiyoruz. Zaten öncesine dair de pek parlak değiliz. Hatta kültür hayatımızın tarihi açısından, devasa veri ve analiz boşluklarımız var.
Son 40 yıl kadar, Türkiye’nin hayaletlerle savaştığı ama asıl konulara bir türlü gelemediği ve bunun elbette sancılarını yaşadığı başka bir dönemi yoktur. Bu da kötü bir şey değil. Madem deri değiştiriyoruz, hakkıyla değiştirelim şu derimizi. Kültürel hayatımızın edebiyat alanı ise bunlardan azade olamaz tabii. Bütün bu dijitalleşmenin, dijital yayıncılığın karşısında edebiyatımızın, yazarların, yayınevlerinin ne yapacaklarına dair kimsenin bir fikri yok. Herkes karanlıkta yolunu fili tanımlayarak bulmaya çalışıyor. ‘Olaylar Türkiye’de Geçiyor’da bahsettiklerimden daha çookk konu var henüz konuşmadığımız…
Nobel sözcüsü: “Yaratıcı yazarlık edebiyatı öldürüyor”
Edebiyatın dışında da içeriğin her türü kıymetlendikçe yazarlığa ve onu geliştirmeye yönelik heves artmış görünüyor. Bu hevesle orantılı olarak da bir yaratıcı yazarlıktır gidiyor. Kurslar, dersler, eğitimler… Nasıl girdi hayatımıza yaratıcılık yazarlık akımı?
Şimdi burada insanları ayrıntılara boğmayayım, meraklısının işi kolaylaşsın diye de biraz bu kitabı hazırladım, kitabın beşte birini oluşturuyor gerçi. Fakat işin özeti şudur: 1980 Darbesi’nin sonrasında kültürel hayatımız parçalanan tespih taneleri gibi darmadağın hale geldi ve sonra da bir türlü kendini toparlayamadı. Bu sırada da edebiyatın mutfağında adeta ocak sönmeye yüz tuttu. Yeni, genç, hevesli, tıfıl… Her türlü edebiyat, yazı meraklısı genç ortalıkta kaldı ve dil bilen şanslıları ‘creative writing’ literatürüyle tanıştı; o yolla öğrenmeye başladıkları edebiyatı üretmeye, dergiler çıkarmaya, yayınevleri kurmaya başladılar.
Dünya edebiyatının geneli için de aynı durum geçerli. Tartışmayı ‘Üçüncü Dünya’ mevzusuna çekmeye çalışanlar bu yüzden eli boş dönüyor. Nobel sözcüsünün “Yaratıcı yazarlık edebiyatı öldürüyor” diye söyleşi vermiş olması nedense buralarda haber bile olamadı.
140 yıl kadar önce ABD’de başlayan bir müfredat değişikliğinin bugün dünya edebiyatını neredeyse yönlendiriyor olmasıyla kimsenin ilgilenmemesine şaşıyorum. Tabii konuyu komplo teorilerinden uzakta tartışmayı, konuşmayı, edebiyatın içinde kalarak fikir yürütebilmeyi başarırsak… Meselemiz olayın Amerika’da başlamış olması değil, Türkiye’de geçiyor olması.
Şu noktaya geliyoruz: Yazar zaten yaratıcı olmak durumunda değil mi? Kitabında Bülent Somay’dan da yaptığın alıntı üzere, bu terim bir oksimoron sayılmaz mı?
Sen beni illa konuşturtmak istiyorsun anlaşılan (gülüyor)! Tekerlek teknolojisinden kat be kat daha fazla doğamızın bir parçası haline getirdiğimiz, kendi icadımız ‘yazı’dan bahsediyoruz. İnsan evladının yazıyla bugüne kadar neler ortaya koyduğunu tartışmaya gerek yok herhalde. Dolayısıyla yaratıcılık bu değil de ‘bu’ denebilecek bir durum yok ortada, zaten öyle bir iddia da yok. Bu tartışma açısından meselem; yazarlığın ders yoluyla ‘satılabilir bir deneyim’ haline gelmiş olması ve bunun edebi üretimdeki sonuçları ve dolayısıyla yeni okurlardaki etkisi. Usta-çırak ilişkisindeki esneklik ve insani ilişki halinin yerini, belirlenen takvimde belirlenen saatler arasında ödevlerin konuşulmasına dayanan bir alış-veriş ortamına edebiyatın terk edilmiş olmasıdır –demek de istemiyorum; bunu konuşmuyor olmamızdır, diyeyim.
Peki yaratıcı yazarlık ifadesi tam olarak ne için kullanılıyor? Orijinallik anlamındaki yaratıcılık mı, yoksa senin Murat Gülsoy’a atfındaki gibi yazar tıkanıklığının aşılması mı?
Tıkanıklıkları açmak işin en taktiksel yollarından biri, çok ikincil bir konu. Hangimiz ‘burn-out’ olmadık, hangimiz sonra paşa paşa işlerimizin başına dönmedik, Allah aşkına… Aslolan, yazıyla kurduğun ‘sorumluluk’ ilişkisidir. Yazmak, yazarın kendisi için bir sorumluluk anlamı taşıyorsa edebiyattan konuşmaya başlayabiliriz. Hesap vermekten bahsetmiyorum burada. Tamamen kalemle yazar arasında bir konudur bu. Onu bize ne kadar ve nasıl yansıtabiliyorsa, yansıtıyorsa, yansıtmayı tercih ediyorsa, biz okurlar bunu ancak öyle bilebiliyoruz. Bir ödev metniyle mesela bir deneme metnini ayırt edebilmenin de üstelik başka bir yolu bulunmuyor galiba.
Sorunun ikinci kısmına, ‘orijinallik anlamındaki yaratıcılık’ kısmına gelirsek. Bugüne kadar ‘yaratıcılık’ denen şeyin tam olarak tanımını yapabilmiş kimse bulunmuyor. Ne bilimsel, ne de edebi açıdan. Tıpkı iş dünyasındaki ‘inovasyon’ kelimesi gibi; sıkışınca çok güzel paravan oluyor. Yaptığın şeyin ne olduğunu tam olarak bilmenin imkânı yok. Yaparsın, sorarsın, geri dönüşler alırsın, tekrar elden geçirirsin, tekrar, tekrar… Bu sırada kimden, niye, nasıl, ne şekilde olduğuna göre hikâyeler çatallanmaya başlıyor.
Ne hikmetse bütün yaratıcılık ve/ya postmodern öneriler Cervantes veya Shakespeare’de var. Hem de ballandıra ballandıra, tadını çıkara çıkara var. Dolayısıyla edebiyatın tam ortasında olan ama temelde edebiyatla değil, sistematik bir sorunla ilgili konuşuyoruz. En geniş anlamıyla edebiyattan bahsederken ‘yazı’yla kurulan ‘deneyim’ ilişkisinden, ontolojik bir ilişkiden bahsettiğimize göre; bununla tanışmamızın veya yordamını öğrenmemizin aparatı da ciddi bir fark yaratıyor elbette.
Yoksa, konu başlığımızın ‘yaratıcı yazarlık’ olmasının nedeni; 140 yıl önce Amerika’da üniversite öğrencilerini edebiyat bölümüne çekmek için icat edilmiş, dersin adına çekici gelmesi için ‘creative’ adının konmasından ve dersleri yazarların vermesinden kaynaklanıyor. “Zooloji dersini de filler mi versin!” diye tepki görüyor önceleri…
“Yaratıcı yazarlık endüstrisi ‘radyasyonlu örümcek ısırığı’ falan değildir; tıpkı Kapitalizm gibi, ‘kanser hücresi’ mantığıyla işler” diyorsun. Başka bir alıntı daha: “Yaratıcı yazarlık kitapları, deneme veya inceleme türünde yayımlansalar da, birer kişisel gelişim kitabıdır.” Anlı şanlı yazarlar yaratıcı yazarlık dersi veriyor, onları nereye koyuyorsun?
Buna çok kısa bir cevap vereyim: Tolstoy’a sormuşlar, “Savaş ve Barış’ta ne anlattınız?” diye, o da durur mu, “Bu sorunun cevabı için 600 sayfa yazdım” demiş (gülüyor).
Yazarlığa hevesli gençler ne yapmalı?
Başarılı yazar kimdir? Çok satan mı? Edebiyat eleştirmenlerinin el üstünde tutuğu mu? Kimin kararı önemli burada?
Zaman! Zamandan başka bir açık ‘metre/ölçü’ sahibi değiliz. Bunun dışında ve içinde bütün yazılanlar, ama bütün yazılanlar, zamanın kollarına bırakılıyor. 30 yıl önce Bekir Yıldız ve Zaven Biberyan isimleri ne ifade ediyordu, bugün ne ifade ediyorlar? Bunun sorularıyla çalışıyor aklım. İki metin arasındaki ayrımları nasıl kurabiliriz? Keyfi olmadan ama keyifli ölçüler bulabilir miyiz? Gerçekte gördüğümüzü düşündüğümüz şeyle, gözümüzle Metaverse’te gördüğümüz şey arasındaki deneyimin ayrımını yapmak gibi bir şeyden bahsediyoruz aslında. Edebiyatta konuşurken o cıvık ‘duygu ve düşüncelerin yazıya aktarılması’ söyleminden bahsetmiyoruz artık.
Yazarlığa heves eden gençler günümüzde ne yapmalı? Çünkü ne eski edebiyat dergileri kaldı, ne usta-çırak ilişkisi…
Bizim neslin deneyiminden bakınca, onlar için hakikaten ve içtenlikle üzülüyorum –önce öyle bir duygu geliyor, diyeyim. Çünkü ben belki de dergicilik tarihimizin en canlı, en verimli, en cafcaflı döneminde yetiştim. Organik ve plastik her türlü yayın vardı benim gençliğimde. Dişimden tırnağımdan, tostumdan çayımdan arttırıp dergi-kitap alarak geçti gençliğim, hâlâ da büyük oranda öyle geçiyor zaten.
Dergiler konusunda makus talihi değiştirebilmek için, biliyorsun ONS dergisini çıkarmaya başladım ama şimdilik buzdolabına kaldırmak zorunda kaldım. Bugün edebiyatla ilgilenen, yazı’ya ilgi duyan, kendisini şiirle, öyküyle, romanla ifade etme özlemi ve gayreti duyan gençlerin deneyimini kestirmeye çalışıyorum ama tam olarak bir şey söyleyemem henüz.
Ortalık tabldot-dergilerle o kadar sarılmış durumda ki, edebiyat dergiciliği tükendi-tükeniyor. Edebiyat dergiciliğimiz daha önce böyle bir termal dönem geçirmedi. Neler olacağını, sonuçlarını hep birlikte göreceğiz, zira henüz ve hâlâ içinden geçtiğimiz, yani bizim bilfiil olayların içinde olduğumuz bir durum bu.
Benim yeni yeni rahat kullanmaya başladığım bu dijital âlemin içinde büyüyenlerin nasıl bir edebiyata ihtiyaç duyacaklarını hep birlikte göreceğiz. Samimiyetle anlamaya çalışıyorum. Ama mesela benim neslimin otobiyografik-kurmaca damarından dünyada roman türündeki üretimleri enteresan bir çıkış seyrediyor; merakla takip ediyorum.
“Plastik yemeyi öğrendik”
Son olarak adını anmadan geçmeyelim: Ursula K. Le Guin’den alıntıladığın üzere “Plastik yemeyi öğrendik” ve işin kötüsü sanırım tadına da alıştık. Bu ifadeyi açar mısın ve bunu aşmak için bir çıkış yolu var mı sence?
İnsan doğasından başka güvenebileceğimiz bir yapı yok. Öyle de bir hayvanız ki aklımıza düşen bütün seçenekleri deneyimleyerek elemediğimiz sürece öğrenmekte zorlanıyoruz.
Çünkü bizim bir ‘ben’imiz var ve bu kez bir de “ben” denemek istiyor. Buna ne denebilir ki… Ama eşinizle/partnerinizle sorunlarınız varsa bir kursa mı, yoksa bir dosta veya terapiste mi gidersiniz? Niçin kursa gidersiniz? Onunla aynı şey mi yazıyla kurduğunuz ilişki?