Bir post ile Instagram’ı salladım. Teması çocukluktu. Oradan mı kazandı,
algoritmanın azizliği mi hâlâ emin değilim. Ama bunu fırsat bilerek
çocukluğum ve yaşayamadığım yaz aşklarımla ilgili söyleyeceklerim var. AYÇA ŞEN
Selamlar sevgili İstanbul Life okurları. Emekli bir piyanistin beş yıldızlı otel lobisinde icra ettiği, icra ederken lobideki birkaç Zeki Müren fönlü 70 üstü hanımefendiyle göz göze geldiği (gerçi bu hanımefendilerden de kalmadı, sanırım o neslin soyu tükendi ve bizim vagona geldi sıra) ve bir senfoniye sap olamamış piyanistimizin bu duygudaşlığa derinden şükrederek motivasyon sağladığı, cilalı piyano parçaları tınısında bir yazımıza daha hoş geldiniz.
Belki bir Stravinsky değil ama en azından piyano sesi kendi içinde de olsa elit
bir titreşime sahip. Bir kere canlı ve nispeten gerçek! Bu da önemli.
Efendim, bendeniz geçenlerde Instagram’dan bir pasaj yayımladım. Ne bileyim, aslında herhangi bir pasajdı. Fakat çocukluktan dem vurduğundan mıdır, algoritmik olarak birbirimizi takip ve takdir ettiğimizden midir, benzer yaşlardaki bizlerin belli bir yaşa gelmekle birlikte uzmanlıklarımızı alarak, seri tüketim çağında artık içimizde bir
şeylerin ciddi ve kati şekilde yoksunluğunu duyduğumuzdan kelli bu sapsade
fotoğraftaki çocukluk yıllarımızı hatırlamamızdan mıdır, kendi çapında büyük
beğeni aldı.
Öyle sanıyorum, aceleyle tüm boşlukları gürültüyle de olsa bir şekilde doldurarak ve hakkımızdaki her şeyi datalarevrenine tıkıştırarak hem varoluşumuza anlam katmak hem de hak ettiğimize inanmak istediğimiz saygınlığı kazanmaya çabaladığımız günün o iki mübarek eşref vaktinden birine denk geldi.
MEKÂNA MÜDAHALE ZAMANA MÜDAHALEDİR
Aslında İstanbul Life için başladığım bir paragraftı:
“Ne zaman sakin bir deniz kenarına gitsem çocukluğumun plaj kafeteryalarının kokusu çalınır burnuma; taze çay buğusu ile kaşarlı tost yanığı ve bu dekorda kahverengi küçük Tamek şişesinin (en çok da kayısı ve vişneli) birbirine çarptığında çıkardığı o harika güdük cam sesi. Saçlarından akan sularla burnunu çekerken elini yakan incecik
kâğıda sarılı tostun ve ‘Bir yerime dökülüyor mu’ diye düşünmeden çalakalem
bir eskiz gibi rahatça bir halden bir hale geçtiğimiz ve haller arası kimseye hesap
vermek ya da suçlu hissetmek zorunda kalmadığımız, aniden birini görüp bağırıp el sallayıp, koşmaya başlayıp hayvan gibi hayatın tadını çıkarmanın ta kendisi olduğumuz yılları hatırlarım bu tüm zamanların görüntüsünde. Ve bunları hatırlarken burnumun ta dibinden
kendi çocukluğumu herhangi bir çocuk gibi görmek, o çocuğun yanaklarının kenarından hayatı bir dürbün gibi seyretmek…
Binalar olmayan yerlere bakınca o hatırladığımız zamanların ta kendisindeymişiz gibi bir zamansızlıkla bütün zamanların içinde yoğuşmak. Onun için bas bas bağırıyoruz ‘bina dikmeyin’ diye.
Bir bildiğimiz var da diyoruz di mi ama?
Zaman mekândan ayrı değil. Her mekâna müdahale zamana ve dolayısıyla tüm zamanlara müdahaleydi.”
Ben bir lojman çocuğuyum. Bulunduğumuz sahil tesislerinde denize varmadan bir tramplenli olimpik havuz vardı.Bu havuzdakiler genelde ya bizden büyük çocuklardı ya bir disipline gelebilen ailelerin çocukları (ki onların neredeyse tamamı doktor ve mühendis oldular).Binlerce metre atlama, sutopu, yüzme,
falanca faaliyetlere katılan yaşıtlarım da
havuzun kenarında olurdu.
Yaz aşkları bu havuzun kenarında
klorlanır, biz de bu yaşlara gelip aşklar yaşayacağımız yılların hayaletlerini seyrederdik kafeterya yolunda.
Henüz hayalleri bile hayal içinde
pratiğe dökemeyecek küçüklükte olduğumuzdan bekleme morgunun donukluğundaki havuz kenarına uzun uzun
bakardık. Mülkiyet bilinci de bu çağdaki
gibi çılgıncasına değildi, heves etmezdik
biz de bir an önce bu havuz kenarındaki
gençlerden olalım diye.
Bu hayaller de bir nevi kimyevi uyuşturucu hissi veriyordu sanırım. Annelerimiz bu ‘Havuz kenarı’ denilen, canavarlarla dolu ve zamanın yamulduğu ve
yanına yaklaşanı yamulttuğu öte gezegenlerin varlığını kabul eder, fakat yaklaşmamızın ne kadar tehlikeli olduğunu
belki uyarılarıyla değil ama titreşimleriyle belli ederlerdi. Biz de ne giderdik
ne heves ederdik.
Yaz aşkı sanırım hiç yaşamadım. Pop
bir şarkının sakız mânisi tadında
şiirsellikleri ilgimi çekmedi. Sanıyorum ruhumun kırsal izdüşümünün ve
tabii babası ölmüş pek çok çocuk gibi
yazlığa gitmeden geçen ikinci çocukluk
evremin de bunda etkisi büyüktür.
Annemse yaz aşkı yaşamıyor oluşumdan suçlu hissetmiş olacak ki hiç değilse hissiyatını duyumsamam için Zerrin
Özer’in ‘O Yaz’ şarkısı çalınınca mutlaka
bir noktada sözlerinin güzelliğine dikkat
çekerdi.
Kontrol öyledir; önce kontrol edip
güdük bırakırsın, sonra bakarsın ki
karşındaki silinmeye başlamış, sonra
hızlandırılmış suni teneffüslerle hayata
getirmeye çalışırsın.
Oysa biz kışın kazana düşerdik de ondan yaza bırakmazdık asahsahshashah…