Son dönemin öne çıkan entelektüeli, renkli kişiliği ve derin bilgisiyle tarihçi Emrah Safa Gürkan’ın yazdığı ‘Bunu Herkes Bilir-Tarihte Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar’, şifrecilerin, komplocuların kol gezdiği tarih kitabı piyasasına zinde bir cevap. Gürkan’la kitabını ve İstanbul’untarihini konuştuk. YENAL BİLGİCİ
Kitabınızda matbaanın Osmanlı’ya geç gelişine dair yanlış yorumlardan İstanbul’un fethi efsanelerinin nasıl kafa karıştırdığına kadar epey mesele var. Birçoğu da artık çoktan netleşmiş olması gereken konular. Niye böyle oluyor? Hiç mi bir şey bilmiyoruz?
Bilinmiyor değil bunlar. Ama kakofoni var. Bizdeki en büyük problem insanların bilgiye ulaşmayı bilmemesi. Üniversite sistemi de ülkede tamamen çökmüş, hem tarih boyunca da çok geride kalmış. İyi üniversiteden çıkmayanlar, dışarıdaki iyi üniversitelere gitmeyenler bilgiye ulaşma metodunu bilmiyor. Bir yandan da piyasadaki mevcut popüler tarihçilikten kaynaklanan inanılmaz kötü bir üretim var. Sonuçta evet; İstanbul’un fethinde gemiler karadan yürütülmüştür, Fetih sırasında Bizanslıların surlarda açık unuttuğu bir kapı yoktur; İstanbul’un fethini müjdeleyen hadis sahih değildir. Bunlar hep araştırılıp yazılmış ama kakofoni içinde kayboluyor. Tartışmalı olan bilgileri de kitapta zaten tartışmalarıyla verdim.
Bir yandan da bilgi içinde yüzdüğümüzü sanıyoruz. O da mı yalan?
Neoliberal toplum şöyle bir şey çıkardı: Ben araştırmayayım, bana gelsin. Peki senin ayağına kadar getiren senden ne alacak; paranı mı alacak, seni kandıracak mı? Akademisyen neden ayağına gelsin, demek ki gelen başkaları. Kötü tarih geliyor, komplo teorileri geliyor. Ama bunlara inanılıyor. Hele beyaz yakalı dediğimiz kesimin, o kadar zayıf bir entelektüel temeli var ki. Bu kitabın bir amacı da biraz onları beslemek. Kitap popüler konulardan bahsediyor ama içinde teorik unsurlar da var. Tarihin derinliğini göstermeye çalıştım. Biraz kaliteye aç okuru hedefledim. Popüler kültüre nitelik katmak istedim.
Kitapta da girmişsiniz. İbni Haldun’a atfedilen, bugün de çok popüler olan bir ifade var: Coğrafya kaderdir. Sahiden, kader midir?
Evet ama gerçek anlamıyla coğrafya kaderdir. Fiziki bir şey bu. Dağda yaşıyorsanız o bir kaderdir; adada yaşıyorsanız o başka bir kaderdir. Yani iklim ve coğrafya. Türkiye’de, “Suriye’ye komşuyuz, ne yapacağız, kaderimiz bu” diye anlaşılıyor. O da bir yere kadar doğrudur ama yetmez. Coğrafya başka türlü bir kaderdir. Sahraaltı Afrika’sında Batı Afrika kısmı hariç uygarlık yoktur mesela, çünkü çeçe sineği vardır ve bu sinek, orada inek falan yaşatmaz. Büyükbaş hayvan olmadığı için tarla sürülemez; böyle gider. Grönland’da yaşıyorsan coğrafya tabii kaderdir. Bu arada Grönland’ın ismine dair [Greenland, Türkçede Yeşil Ülke] anlatılan hikâye de epey matrak.
Nedir o?
Vikingler yerleşsin diye ilk kâşifler oranın ismini öyle koymuş [Orijinal isim, yine ‘Yeşil Ülke’ anlamındaki ‘Grfnland’]. Bir tür PR hikâyesi. Şimdi ‘hakikat-sonrası’ deniyor ya, onun tarihteki örneklerinden.
İstanbul’a dair tarihi kaynaklar, İstanbul’un tarihine oranla epey azmış gibi duruyor. Ama ilginç örnekler var. Bizanslı tarihçi Prokopios’un ‘İstanbul’un Gizli Tarihi’ isimli kitabını okuduğumda, hem dili hem cüretiyle çok şaşırtmıştı beni. Ender bir örnek midir bu?
Hem de çok ender. İmparatora, devlet büyüklerine nasıl o kadar laf edilebilir, şaşırıyorsunuz. Bu kitap, eşyanın tabiatına aykırı olduğu için tek. Birinin aleyhine yazmak cumhuriyetlerde mümkün olabilir ama İstanbul gibi emperyal başkentlerde, hele de matbaa falan yokken zor şeyler. Elit, onu besleyen devletin aleyhine yazmazdı. İstanbul gibi bir yerin ürettiği kaynaklar devlet yanlısı, devlet paradigması içinde olurdu. Bu farklı, inanılmaz bir eserdir. Şu da var: ‘Bizans’ın Gizli Tarihi’ çok erkek yanlısı bir eserdir. Hakaret ve dedikodu çoktur. Çirkeftir Prokopios. Ama öğrencilere hep okuturum. Zor bir metindir, tarihte bir yere oturtmak zordur. İstisnaidir. Ama işte İstanbul’un da böyle istisnai insanları vardır.
Kim var başka?
Osmanlılar açısından bakarsanız, aklıma ilk Evliya Çelebi geliyor. Hele İstanbul hakkında yazdıklarını düşünürseniz… Kesip kısaltırlar, sadeleştirirler ama bütünüyle çok güzeldir. İstanbul’u nefis anlatır. Tabii efsaneyle karıştırarak anlatır.
Hezarfen Çelebi efsanesi gibi mi?
Evet, Hezarfen’in var olduğuna dair başka bir kanıt yok. Ama güzel anlatıyor Evliya Çelebi. Çünkü adam meddah. Cem Yılmaz gibi bir adam. Eğlenceli olsun diye hikâye anlatıyor. Sesi güzel, Kuran okuyor. Onun özelliği bu. ‘mış gibi’ yapsa Evliya Çelebi olmazdı.
İstanbul’la ilgili tarihi kişilikler içinde siz en çok kime önem verirsiniz? Bir numaralı İstanbullu kim?
Bence Mimar Sinan’dır. İstanbul’a şeklini veren adamdır. İstanbul’un mimari gramerini yazmıştır. Sadece camileri yapmasıyla değil, camiler arasındaki hiyerarşiyi üretmesiyle de önemlidir. Silueti ortaya koymuş bir defa.
Padişahlar, imparatorlar, devletliler arasında kimse yok mu?
Onların içinde, özellikle İstanbul’la özdeşleştireceğim biri yok. Kimin ne yaptığı o kadar belli değil. Mimar Sinan’ın üstüne kimse yoktur. Osmanlı’nın olgun çağına damga vurmuş. 50 yılı aşkın üretmiş. Genç yaşta başmimar olup çok eser veriyor.
Mimar Sinan’ın da özellikle taşradaki eserlerinin bir kısmı onun değil bildiğim kadarıyla. Çırakları, kalfaları mı yapıyor?
Onlara müteahhit gibi bakacaksın. Rönesans’taki gibi; atölyeleri var. Elbette Mimar Sinan yapmıyor bütün işleri. Çiziyor, ekibine bırakıyor. Fikir onun ama detayları ekip işliyor. Dışarıda da öyledir. Bir nevi TOKİ gibi çalışıyorlar.
Kitapta bugünün gündemine benzer, ‘çılgın’ kanal projelerine de girmişsiniz. Mesela Sokullu’nun çok istediği kanal projelerinden Don-Volga’nın, birçok tarihçinin söylediğinin aksine öyle üçte birinin falan kazılmadığını kanıtlayan tarihçilere yer veriyorsunuz. Yok mu öyle çılgın kanal?
Bu tarihçilerin coğrafya bilmediğini gösteriyor. Yöreden gelen bir tarihçi, Akdes Nimet Kurat, kaynaklarıyla bu işin olmadığını ortaya koyuyor. Çok zor bir proje zaten, coğrafyanın izin vereceği bir iş değil. O kadar kuzeyde nasıl bunu yapacaksınız? Yakın zamana kadar sıtmayı kurutamıyorlardı.
İstanbul üstüne ne okunmasını önerirsiniz?
Buraya gelen seyyahların kitaplarını öneririm. Evliya Çelebi’yi konuşmuştuk zaten. Burada yaşamış Batılıların kitapları da ilginç. John Freely iyi yazar mesela. Reşad Ekrem Koçu’nun meşhur ‘İstanbul Ansiklopedisi’ var.
Okumak demişken, matbaanın Osmanlı’ya geç gelmesine öyle elyazması işiyle uğraşanların isyanının veya dini kaygıların sebep olmadığını; bu gecikmenin kitaba, okumaya talep olmamasından kaynaklandığını yazıyorsunuz. Var mı şimdi talep?
Bugün de az, o zaman da azmış. Müslüman’ı da okumak istememiş, Hıristiyanı da. Bu topraklarda belli konular, mesela ahlak anlayışı, mesela okuma oranları, Hıristiyan, Müslüman ayırmıyor. Türkiye’de kitap okunmuyor. Okuyan bir halk değiliz. Bugün okunmamasını kaldırabiliyoruz; 300 yıl öncesini neden kaldıramıyoruz da tartışıyoruz; o da ayrı mesele.
Etyemez semtinin adı nereden geliyor?
Gürkan, tarihçi Cem Behar’ın üzerinde titizlikle çalıştığı renkli bir efsaneyi naklediyor.
Fetih’te çok yararlılık gösteren Kasapbaşı İlyas, Fetih sonrası kendisine verilen mahale yerleşip burada bir cami yaptırıyor. İnşaatta çalışanların da kendi gibi kasap ve etle ilişkileri iyi. Biri dışında.
“Orduya et sağlamakla görevli olmasına rağmen et yemekten hiç hazzetmeyen bu vejetaryen kasaba Etyemez lakabı takılmıştı. Uyumsuzluğu nedeniyle İlyas tarafından kovulan vejetaryen kasabımız, İlyas’a verilen toprakların en ucunda bir bölgeye yerleşti. Bugün de Etyemez olarak adlandırılan bu bölge, zamanla Kasap İlyas’a komşu bir semt haline gelecek ve bu enteresan vejetaryenin anısını bugüne dek yaşatacaktır.”
RÖPORTAJ: Yenal Bilgici