Meğer insan The New York Times gazetesinin önünden kalkan, fiş kesmeyen, her yeri dökülen, üzerinde New Jersey Express yazan bir minibüse 8 doları verince, 30 kilometre sonra Türkiye’ye varıyormuş. ELİF KEY
Meğer burada yaşayanlara sürekli sorulan “Simit, peynir, kebap, lahmacun falan, bunları hiç mi özlemiyorsunuz?” sorusunun cevabı 30 dakika ötemizdeymiş. Meğer Paterson varmış, Atatürk portreleri asılı dükkânlarından İbrahim Tatlıses şarkıları yükselen…
‘Welcome to Paterson’ tabelasını ve hemen yanındaki Atatürk Şehit ve Gazi Parkı’nı gördükten sonra tek kelime İngilizce konuşmama gerek kalmıyor. Paterson’ın anacaddesi Main Street’te yürürken sağda İstanbul Kuaför, diğer yanda Türkiyem Wireless, başka bir köşede Galata Restoran, Hacı’nın kahvesi, Star Pide, Kokoreççi Mola. Tek eksik sokaklarda başıboş dolaşan kediler ve Sevda Apartmanı veya Hasret Sokağı yerine sokakların isimleri başka, adresler numaralardan ibaret. Sokaklarda üç kişiden ikisi Türkçe konuşuyor; bakkaldan sokağa İbrahim Tatlıses’in sesi, az ilerideki kahvehaneden Türkiye’de az sonra başlayacak haber bülteninin anonsu yayılıyor. Burası öyle bir yer ki kasa Amerikan ama içinde çalışan motor ‘Made in Turkey’.
Berlin’in Kreuzberg’i varsa New York’un Paterson’ı var
New Jersey eyaletinin üçüncü büyük kenti Paterson, ABD’de yaşayan Türklerin yüzde 10’unun evi. Burayı ilk bulup yerleşen Karaçay Türkleri’nin ardından deyim yerindeyse duyan gelmiş. Erzurum’dan, Giresun’dan, Şanlıurfa’dan, Diyarbakır’dan, Gaziantep’ten, Eskişehir’den gelenlerin istikameti uçaktan iner inmez Paterson olmuş. Paterson’la beraber komşu kent Clifton’da 40 bin Türk yaşıyor. Özellikle siyasi ve ekonomik çalkantılı günlerinin ardından varı yoğu satan, tası tarağı, çoluğu çocuğu toplamayı sonraya bırakanlar buraya geldiğinden nüfus her gün biraz daha artıyor. Siyasi ilticacıların, göçmenlerin, başka bir ülkenin gurbetçisiyken bir de burayı deneyen bu insanların hikayesi her anlamda sınıfsal bir düşüşün ve had safhada duygusal kırılganlığın hikâyesi.
Her yerde ikram edilen çaylar, kahveler ‘Dönmek mi zor kalmak mı?’ sorusunun gölgesinde demleniyor. Türkiye’deki hükümetle ilgili konular tartışmalarla bölünüyor. “Birkaç yıl kalır, biraz para biriktirir dönerim” diye gelenler burada toruna torbaya karışmış, neredeyse ömürlerini burada tüketmişler, birkaç yıl evvel basıp gelen gençlerde ise karamsarlık hâkim, özlem bastırmış ve bir an evvel geri dönmenin planlarını yapıyorlar. Amerikan rüyası yaşamaya gelmişlerse de gördükleri rüya Türkçe.
ABD’ye dil öğrenmek için gelenlerin Paterson’a hiç uğramaması gerekiyor. Dertler, sevinçler, alınganlıklar, bölünmüşlük, kaygı, paranoya, mutsuzluk, her şey Türkçe. Tek kelime İngilizce bilmeden ve Paterson’dan çıkmadan yaşamak mümkün. İkinci, üçüncü jenerasyon ise memleketle duygusal olarak kopamayan ailelerinden uzaklaşmış. Onlar için Türkiye doğdukları ülke, tatile gittikleri yer ama evleri burası.
80 bin dolara Green Card evliliği
Görüştüğüm, uzun uzun sohbetler ettiğim kişilerin birçoğu buralarda belgesiz yaşadığından fotoğrafını çektirmek istemese de hayatlarını en ince detayına kadar anlatıyor. Kocasıyla buraya gelince boşanmışlar, şimdi Amerikan pasaportlu insanlarla para karşılığı evlenmeye çalışıyorlar. “Bu işlerin piyasası çok yükseldi. Kocama birini bakıyoruz ama kadınlar evlilik için 80 bin dolar istiyor. İspanyollar 20 bin dolara evleniriz diyor ama onlara da güvenilmiyor” diye anlatıyor. O da birisini arıyor. Erkeklerle evlenmenin daha ucuz olduğunu, onların piyasasının 25 bin dolardan başladığını söylüyor. İzdivaç programlarında bile duyamayacağım “Kocama birini bulsak çok iyi olacak” cümlesi kısa devre yapmama sebep oluyor, bir süre aklımı başıma toplayamıyorum.
‘Seni buraya devlet mi gönderdi?’
Paterson’da üç kahvehane, 12 bakkal, altı cami var. Hacı’nın kahvesi buranın 40 yıllık dükkânı. Duvarlarda Türk bayrakları asılı, her köşede Atatürk’ün portresi, bir de Müslüm Gürses… Televizyonda reklamlar var, az sonra haber bülteni başlayacak, onu bekliyorlar. Burada yaşayan Türkler için sekiz saatlik fark yok sanki. Memleketin on yıllarda başına ne gelirse gelsin hayat duruyor. Herkes kahvehanelere toplanıyor, yüzünü televizyona dönüyor ve bu bazen günlerce, aylarca sürüyor. Kahvehanenin çalışanlarının koyduğu demli, ömrümde içmediğim güzellikteki çayı içerken bir ara beni devletin gönderdiğinden şüphelenip önce birbirlerine ve bana sorgulayan gözlerle baksalar da sonra anlatmaya başlıyorlar. Bu paranoya virüsüne bağışıklığım olduğundan etkilenmiyorum. Ancak sohbetler sırasında, “Sen dinleme o Fetöcüyü!”, “Asıl senden âlâ Fetöcü mü olur, y.vş.k herif” sataşmalarının ne kadarı gerçek ne kadarı şaka oralarda kayboluyorum. Zira bunun şakası bile memlekette 30 yıldan başladığı için ABD’deki ifade özgürlüğünü herhalde böyle yorumladılar diye düşünüyorum. İfade özgürlüğü meselesi Konyalı hacının “Senin kafan niye açık? Kocanın izni var mı böyle dolaşmana?” sorularıyla zirveye çıkıyor.
Hacı’nın kahvesinin müdavimlerinden uzun yol şoförü Mustafa Bey 15 yaşında çıktığı evine 52 yıldır dönmemiş. “Geldik bu şerefsiz memlekete, bizim memleketten geriye bir şey kalmadı, anan baban gidince zaten memleket de kalmıyor, hayatımız mantar oldu buralarda!” diye başlıyor anlatmaya. “715 lira emeklilik parası alıyorum ama evin kirası 1600, otoparkta duran kamyonun kirası 300 lira. Çocuklara da 3000 lira gidiyor” diyor. Dolar demeye tenezzül bile etmiyor. Mustafa Bey burayı çözmüş, ailelerin parçalanmama ihtimalinin olmadığını söylüyor. Formülü var: “Buraya gelenlerin yüzde 99.9’una dikkatli bak, ya karı, ya herif, ya kız, ya oğlan kaçıp gidecek. Başka yolu yok!” Onun da karısı dayanamamış, Türkiye’ye dönünce boşanmışlar. Dert bitmez, çayların sonu yok, çıkıyorum.
Emniyet müdürü Eskişehirli Captain İbrahim Mike Bayçora
Paterson turumun asıl ve en güncel sebebi buraya geçen günlerde atanan ilk Türk, ilk Müslüman Emniyet Müdürü İbrahim Mike Bayçora. Ancak kendisi Türk medyasının ilgisinden o kadar bunalmış ve işini yapamayacak hale gelmiş ki, röportaj teklifimi nazikçe reddediyor. Ancak Paterson’ın en meşhur kebapçısı Toros’un kapısından içeri girmemle Bay Bayçora’yı meslektaşlarıyla yemek yerken buluyorum. Bebekken Eskişehir’den ailesiyle buraya taşınan Bayçora, Paterson’da çok sevilip çok sayılıyor. Cebinden telefonunu çıkarıp, “İnanamıyorum” diyor: “Ben sakin sakin yaşayan bir insandım, işimi yapamaz hale geldim. Bak bu yeni telefonum, numaramı değiştirmek zorunda kaldım.” Toros’a çok sık geldiğini, pilav üstü döneri çok sevdiğini, her geldiğinde masanın yemeklerle donatıldığını anlatıyor. “Emniyet müdürü olmak da sizin Amerikan rüyanız mıydı?” diyorum, “Alakası yok, bir gün bile istemedim. Bir kavgaya karıştım, haksızlığa uğradım, kimya mühendisi olacakken polis oldum” deyip kahkahalarla gülüyor. Dışarı çıktığımda Toros’un sahibinden gelen mesajda ‘İbrahim Bey içeride değil’ yazıyor. Aşk olsun Toros Restoran, biz selfie bile çektik.
Durup dururken 26 dolar kazanıyorum
Paterson’ın en büyük gıda toptancısı Öncü’nün sahibi bir kadın, Adile Yağız. Paterson’da bir cami avlusunda çibörek yapıp satarak başlayan hikâyesini anlatmaya çok yanaşmıyor. “Benimkisi çok acıklı, boş ver, ben kahve yapayım” diyor. Urfalı bir aşiretin kızı. Buraya geleli 11 yıl olmuş. Mutlu mu? Bu sorunun cevabını bilmiyor. “İşimde mutluyum ama ailemi özlüyorum, buradaki insanlar da bir değişik, kültürlerini yaşamıyorlar, ben hem kültürümü yaşıyorum hem de yaşatıyorum” diyor. Adile Hanım’ın dükkânının geleni gideni çok, işi başından aşkın. “Selamünaleyküm” diyen depodan içeri giriyor. Buralarda ona Adile Sultan diyorlar. Ben Adile Hanım’ın pişirdiği kahveleri beklerken kendimi bir anda ince bulgur, biber salçası satarken buluyorum. Beş dakikalık alın terimin karşılığı 26 dolar. Dönecek mi bir gün? Bilmiyor. Kalacak mı? Bilmiyor. 11 yılın nasıl geçtiğini de anlamamış zaten. Hayat mutsuzken mi mutluyken mi daha hızlı akıyor? Bunun cevabını ben de bilmiyorum. iPad’inden açtığı İbrahim Tatlıses’le Adile Hanım’ı baş başa bırakıp çıkıyorum.
Paterson’a ve Amerika’ya dair olumlu konuşan tek kişi, kendisine Amerika’nın Muhtarı denilen Nurhayat Kınay. İstanbul’da avukatlık yaparken Green Card çekilişiyle bir anda taşınmaya karar veren Nurhayat Hanım burada danışmanlık yapıyor. Ona göre ABD Allah’ın lütfu bir yer ve dünya üzerindeki cennet. Herkes onun gibi düşünmese de bunu hiç umursamıyor. “Ne var Türkiye’de, biri bana bunu söylesin” diyor.
‘Uçağın altında değil üstünde dönmek istiyorum’
Buraya 21 yıl önce taşınan ve terzilik yapan Selahattin Andıç ve eşi Gül Hanım’ı dükkânlarında sessiz sakin otururken buluyorum. Bir yandan çalışıyorlar, bir yandan televizyonda oynayan ‘Kuruluş Osman’a bakıyorlar. Terzi Selo buraya ilk taşındığında tanıdık kimse de olmadığından camilerde yatmış, misafirhanelerde kalmış eşini, çocuklarını yanına aldırana kadar 1.5 sene sefalet çekmiş ve artık yavaş yavaş dönmeye hazırlanıyor. Türkiye’ye dönünce ayaklarını uzatıp gazetesini okumak, balık tutmaya gitmek, karısıyla gezip dolaşmak, balona binmek, uçmak, yeniden yaşamaya başlamak istiyor. “Çok güzel yerler var, göremedik” diyor. “Burada mutluyuz desek olmaz, mutsusuz desek olmaz ama hayatımı burada bitirmek istemiyorum. Ben uçağın altında değil, uçağın üstünde dönmek istiyorum memlekete” diye ekliyor bir yandan sipariş bir pantolon dikerken. Koyu Beşiktaşlı olduğu için biraz ligden, maçlardan konuşuyoruz. Sanki zaman durmuş, sanki matrikste bir kayma olmuş, sanki Beşiktaş’tayız, Selahattin Bey ve Gül Hanım’la oturmuşuz, önümüzden vapurlar geçiyor.
Paterson sanki bir Türk dizisinin düşük bütçeyle çekilen Amerikan versiyonu gibi. Helal kokoreçten tut da Çamlıca gazozuna kadar her şeyi bulsan da kasabın önünde bekleyen arsız bir kedi, caddenin üzerindeki apartmanların bir ismi yok. Önce yadırgıyorsun, zamanla alışıyorsun.
YAZI: Elif Key