Seyfi Dursunoğlu’yla tanıştığımda gencecik, çiçeği burnunda bir televizyoncuydum. Yazdığım bir metin dikkatini çekince kendimi onun evinin bahçesinde buldum. Sonra çok anlaştık, beraber 350 bölüm boyunca çalıştık. Kusura bakmayın ama hayat burada bana biraz torpil geçti. ‘Huysuz’ bana hepinizden biraz daha fazla şey öğretti. Hepsi için sevgi, saygı, minnet ve hayranlıkla… ARMAĞAN ÇAĞLAYAN
Günlerdir Seyfi Bey’i kaybetmiş olmanın sıkıntısı, huzursuzluğu var içimde. Çok üzgünüm. Çok şaşkınım. Şaşkınlığım şuradan geliyor sanırım: Bazı insanlar hayatımızda hep olacak sanırız ya… Hep hayatımızın en güzel yerinde duracaklar sanırız ya… Sanki bir tılsım onları koruyormuş, onlara bir şey olmazmış gibi hissederiz ya… İşte bunun böyle olmadığını bir kez daha öğrenmiş olmak yıktı belki de hepimizi.
Ve Seyfi Bey diyor ki ‘Bu çocuğu bir getirin bana’…
Seyfi Bey’le tanıştığımda genceciktim. Daha çiçeği burnunda bir televizyoncuydum. Kasabada büyüdüğüm için olsa gerek, ‘Huysuz Virjin’ hakkında da çok bilgiye sahip değildim. Kanto söylediğini biliyordum yalnızca.
O zamanlar Show TV Genel Müdürü olan Faruk Bayhan, Seyfi Dursunoğlu’yla ‘Huysuz Show’u yapmak üzere anlaşıyor. Programın yapım işlerini benim de çalıştığım şirkete veriyorlar. Ben o zamanlar hazırlık elemanıyım. Prodüksiyonlarda en alt seviyedeyim yani.
Seyfi Bey şirkete gelip gitmeye başlıyor. Zamanın büyük büyük yazarları da geliyor, toplantılara giriyorlar. O toplantılar çok uzun sürüyor ama çekimler bir türlü başlayamıyor çünkü ‘Huysuz Virjin’ hiçbir metni beğenmiyor.
Ben tabii o toplantılara katıl(a)mıyorum. Henüz titrim yetmiyor. Sonra bir metin yazıyorum. Kostüm işlerini yapan arkadaşımla Seyfi Bey’e iletiyorum. ‘Huysuz Virjin’ diyor ki metni okuyunca: “Bu çocuğu bir getirin bana”…
Çok heyecanlıyım. Elimde A4 kâğıda yazılmış, karalanmış sayfalarla Koşuyolu’ndaki bahçe kapısında bekliyorum. Evden çıkıyor Seyfi Bey, benimle tanışıyor. Tokalaşıyoruz. Bahçedeki erik ağacının altına hazırlanmış oturma grubuna buyur ediyor bizi. Aradan zaman geçince anlatacak erik ağacının hikâyesini…
O zamanlar memuriyetten yeni ayrılmış, ufak gazinolarda şarkı söylüyor, şov yapıyor. Para biriktiriyor. Bir ev almak istiyor. Koşuyolu’ndaki bu evi görüyor, çok beğeniyor. Bahçe içinde, iki katlı, betonarme bir ev. Geliyor gidiyor, bir türlü sahibiyle para konusunda anlaşamıyorlar. Yine bir gelişinde, eline bir de erik ağacı fidanı alıyor. Pazarlıktan önce fidanı bahçeye dikiyor. “Ben” diyor, “şimdiden ekeyim bu fidanı buraya, yaşlılığıma kadar ancak büyür. Altında oturur, gölgesinde çay içerim.” Fidanı ekiyor. O gün anlaşıyorlar. Ev Seyfi Bey’in oluyor. İşte o erik ağacı, bizim altında oturduğumuz ağaç. Büyümüş. Evin arka balkonunu kış bahçesi yaptırana kadar, o erik ağacının altında oturmayı hep çok sevdi…
Mutfak taşlarına poponu vurduğunu unutma!
Sonra çok anlaştık. Sevdik birbirimizi, iş yapma anlayışlarımız uyuştu. Yaklaşık 350 bölüm beraber çalıştık. ‘Huysuz Virjin’ işinde çok titizdi. Her bölümün çekimi için fikirlerle evine giderdim. O seçerdi; ‘bu olur-bu olmaz, bu yürür-bu yürümez’ diye. Sonra beraber bölüm akışını yapardık. Anlayacağınız çok titizdi işinde, her bölümün hazırlığında emek verirdi.
Aklına konuştuğumuz bir konuyla ilgili bir şey takılırsa bütün gece uyuyamaz, sabahın köründe beni şirketin telefonundan arar, ikna olursa gider rahat rahat uyurdu. Olmazsa haydiii; ben yine eve giderdim Huysuz’u ikna etmeye…
Başarısızlıktan çok korkardı. O sebeple kanallarla her yılın başında sadece 13 bölüm için anlaşırdı. “Bitti artık, yapamam” derdi. Sonra bana döner, “Mutfak taşlarına poponu vurduğunu unutma, yapamayız artık” diye eklerdi.
Mutfakta çalışırdık hep. Bir seferinde ne desem olmaz diyordu; o olmaz, bu yürümez, onu yapamayız… Artık o kadar bunalmıştım ki oturduğum sandalyeden kalkıp mutfak taşına oturmuştum. Birkaç fikir de oradan söyledim. Onlara da olmaz deyince, popomu mutfak taşlarına bayağı pat pat vurdum. İşte o sahne hep aramızda ‘mutfak taşlarını unutma’ koduyla kaldı. Patron “Bir 13 bölüm daha çeker miyiz” diye sorunca, Seyfi Bey bana döner, “Mutfak taşlarını unutmaaaa!” diye bağırırdı.
Evine bu kadar girip çıkınca Seyfi Bey’i çok daha yakından tanıma fırsatım oldu. Memuriyetten gelen bir alışkanlık olsa gerek, hep tutumlu bir insandı. El işi yapmayı çok severdi. Son zamanlarda, gözlerinde sarı nokta hastalığı başlamadan evvel, goblen işliyordu. Onları çerçeveletip oturma odasının duvarına asardı. En baş köşede yine goblen işlediği Mustafa Kemal Atatürk portresi dururdu. O portrenin yerini hiç değiştirtmedi.
Bir odası dikiş odasıydı. Sahnede giydiklerini kendisi dikerdi. Bir kostümden üç-dört farklı kostüm ürettiği olurdu.
Seyfi Bey, televizyonda ‘Huysuz Virjin’ seyretmeyi çok severdi. Canı sıkılınca o yıllardaki VHS kasetlerini videoya takar, en sevdiği ‘Huysuz Show’ bölümlerini izlerdi. İzlediklerinden mutsuz olursa tabii beni arar, ufak yollu fırçalardı.
Çok titizdi Seyfi Bey. Gereğinden fazla. Çayın yanında simit yesen, “Ellerini yıkadın mı? Şimdi çıktın çişini yapmaktan” derdi.
Her program sonrası mercimek çorbası içmeye…
Yaklaşık 350 bölüm ‘Huysuz Show’ çektiğimizi söylemiştim. Türkiye televizyon tarihinde seyirci olmak için çok cüzi de olsa para ödenen ilk programdır. Çekimler saat 20.30’da yapılırdı. Öncesinde seyircilere beyaz şarap, meyve ve kuruyemiş ikram edilirdi. Sonra şov başlar ve hiç kesilmeden, finaline kadar çekilirdi. Bayağı ‘live on tape’ denen şekilde.
Çekimlerde sadece seyirciler değil, çalışanlar olarak biz de çok eğlenirdik. Aslında bize çalışırken eğlenmeyi ‘Huysuz’ öğretmişti. O kadar eğlenceli olurdu ki çekimler, o sette çalışmayan arkadaşlarımız bile gelir, ekibe yardım ederdi.
‘Huysuz’ setinde çalıştıktan sonra, eğlenmediğim setlerde çalışmayı hiç sevmedim de istemedim de. Benim için set demek, eğlenmek demek oldu hep. Ama bana bunu o öğretti.
Çekimler bittikten sonra Seyfi Bey’in en sevdiği şey bütün ekiple beraber çorbacıya gitmekti. Çünkü ‘Huysuz’ sahneye çıkmadan asla yemek yemezdi. Göbeği çıkar diye. Aç çıkardı şova, biter bitmez de soluğu çorbacıda alırdı. Mercimek çorbası içerdi. En sevdiği çorba…
350 bölüm sonunda ‘Huysuz’, ‘Benimle Dans Eder misin’ yarışmasının sunuculuğuyla televizyona geri döndü. O yarışma da çok başarılı oldu, iki sezon çekildi. Ama üçüncü sezonda RTÜK istemedi ‘Huysuz’u. “Ekrana çıkarırsanız kapatma cezası veririz” dediler herhalde. Seyfi Bey çok etkilendi bu durumdan. Çok kırıldı. Çok üzüldü. Zenne geleneğini anlatıyordu sürekli. “Aklım almıyor” diyordu. “Huysuz herkesin sevdiği bir karakter” diyordu. Seyfi Dursunoğlu olarak televizyona çıkma teklifleri geldi. Jüri üyeliği yaptı bir taklit yarışmasında. Ama mutlu değildi, çok kırgındı.
Sanki bu hastalığı o yaratmıştı
Sonra sarı nokta hastalığı teşhisi konuldu. Işığa çıkması yasaktı. Yani televizyon çekimi yapamaz anlamına geliyordu bu. Hep bu hastalığın Seyfi Bey ya da ‘Huysuz’ tarafından ‘psikolojik’ olarak yaratıldığını düşündüm ben. Çünkü zaten televizyon işi yapması mümkün değildi artık. Doktorlar sarı nokta dedikten sonra o da “Artık bıraktım televizyonu” dedi. Bence psikosomatik bir hastalıktı. Sizce?
Sonra çok münzevi bir hayat yaşamayı tercih etti. Sessiz sakin. Birçok sahne teklifi aldığını ben biliyorum. Hepsine hayır dedi. Bir tek ben Kanal D’nin yılbaşı programı için ikna ettim. Geldi, çekimimizi yaptık. Hâlâ gençti. Disiplinliydi. Algıları açıktı. Sonra gelen bir telefon, “Emin misiniz o şovu yayınlama konusunda” demiş. Program kuşa döndü. Geç saatte yayına girdi. Seyfi Bey bir kez daha mutsuz oldu. Bana kızdı. “Keşke kanmasaydım sana” dedi.
‘Huysuz’ hepimize birçok şey öğretti… Kendimizle dalga geçmeyi, eksikliklerimizle eğlenmeyi, bardağın bir boş, bir de dolu tarafı bulunduğunu, hayatın gülünce güzel olduğunu… Kusura bakmayın ama hayat burada bana biraz torpil geçti. Bana hepinizden biraz daha fazla şey öğretti.
Öğrettiğiniz her şey için… Yaşattıklarınız için… Sevgi, saygı, minnet ve hayranlıkla Huysuz Virjin!
Öğrettiğiniz her şey için… Yaşattıklarınız için… Sevgi, saygı, minnet ve hayranlıkla Seyfi Dursunoğlu!
Yattığınız yer incitmesin…
YAZI: ARMAĞAN ÇAĞLAYAN