“İstanbul’u ne olursa terk edersin?” diye sorsalar, “Aslıhan Sahaflar Pasajı ve Dolapdere Bitpazarı kapandığı zaman” cevabını veririm. Ağız dolusu, kalp dolusu… Aklıma düşmüşken parıltılı taşlı ceketimi tekrar üzerime geçirdim, pasajın afişlerindeki hayaletleri ziyaret edip bitpazarının mazisinde dolaştım. JİLET SEBAHAT
Aslıhan Pasajı’nda kendimi dünyanın dışında hissederim. İçimin anı sökümüdür biraz da. Kalabalığın içinde tenha olmaya müsait bir boşluk. Eskinin yeniye kafa tutmasıdır bu pasajın varlığı benim için. İç içe yerleştirilmiş kitaplar, plaklar, eski gazino afişleri, eski film afişlerinin arasından bir ses yükselir: “Ben buradayım. Yaşıyorum.’’
Hatırlanmak tek tesellileridir Aslıhan hayaletlerinin.
Bir kitabı karıştırırken arasına yazılmış bir not, unutulmuş siyah beyaz bir fotoğraf, el emeği bir kitap ayracı hediyedir sanki bize bu hayaletlerden. Oysa gayet dünyevidir her şey.
Aslıhan Pasajı, eski Krepen Pasajı’dır. İçinde meyhanelerin olduğu daracık bir pasajdır o zamanlar. Üstü açıktır. Dar kapılardan girilir. ’Gizli Pasaj’ adı da verilirmiş buraya. Üç kapısı vardır. Biri; üç-beş basamaklı ve İngiliz Konsolosluğu’nun bulunduğu Meşrutiyet Caddesi’ne çıkar. İkincisi; Dudu Odaları Sokağı’na, üçüncüsü de Sahne Sokağı’na. Yıkılıp yerine Aslıhan Pasajı yapılır 80’lerde. Kapıları hâlâ aynı yerlere çıkar. Bir binanın içine monte edilmiş ikinci el hayatlar. İçine girdiğinizde hemen sahiplenirsiniz bu hayatları. Her yaşanmışlığını, her karesini, her fotoğrafını. Çünkü hangi kapısından girerseniz girin bir kapı aralanacaktır kendi hayatınıza ve yine bir kapısı kapanacaktır bir başka hayatınızın.
Benim kapımı da araladı elbette ve de kapadı.
KADIKÖY ZÜLFÜ LİVANELİ PLAĞIYSA BEYOĞLU AJDA PLAĞIDIR
Ruhi Su, Sümeyra, Zülfü Livaneli, Selda plaklarını sandığa kaldırıp Ajda, Sezen Aksu, Seyyal Taner plaklarına geçişimden bir süre sonradır. Eksik bir şey vardı. Eksik ve benden olan. Tamamlayamadığım…
Kadıköy’de oturduğum vakitler Kadıköy Akmar Pasajı’ndan plak alırdım. Kadıköy’de yaşayıp, çalışıp Beyoğlu’nda eğlenen lubunyalardandım. Kadıköy, Zülfü Livaneli plağıysa Beyoğlu Ajda plağıydı benim için. Birinci hayatım doğduğum yerse, Kadıköy ikinci hayatımdı. Benimse üçüncü bir hayata ihtiyacım vardı. Sahra dışında bir bar, Akmar Pasajı dışında bir pasaj arıyordum.
İLK KÖTÜ YOLA DÜŞENLERDEN OLMAK İSTERDİM
Tekyön diye bir bar önerdiler. Meşrutiyet Caddesi’ndeydi o vakitler. Daha önce pavyonmuş. Pavyonun işleri düşünce “Gay bar yapalım” demişler. Pavyon sevdiğim için bana orayı önermiş arkadaşlar. O zamanlar katı kuralları yoktu. “Kadın almıyoruz, metrekareye şu kadar kadın düşer” gibi matematiksel hesapları da yoktu. Hemen karşısında Clup 99 vardı. Orası daha karma bir yerdi. Oraya da düştüm. ‘Düşmek’ söz konusu olursa ilk düşenlerden olmak için elimden geleni yaparım. İlk kötü yola düşen olarak tarihe geçmek isterdim mesela.
Oraya düştüğüm bir gecenin kapanışında yol aldığım kolim “Bak, burası Sahaflar Çarşısı” dedi Aslıhan Pasajı’nın önünden geçerken. İşte o gecenin sabahında düştüm Aslıhan Pasajı’na da. Karakol (Sadri Alışık) Sokağı’ndaydı çocuğun evi.
Mevsim neydi bilmiyorum uyandığımda. Eşyalarımı toparlamadıydım. Evin içine dağılmış bedenimi de. Toparlandım. Giyinip çıkarken “Bekle ben de geleyim” dedi. Alışık değildim koli evinden beraber çıkmaya. Genelde ya onlar önden çıkar ya da ben çıkardım. Heyecanlandım. Saat 11.15, masanın üzerinde bir rakı kadehi, kalbim atıyor. Çocuk ayakkabılarını bağlıyor, kapının açılma sesini duyuncaya kadar her şeyin olabileceği hissi var. Zihnimdeki görüntüye su döküyorum ayılsın diye. Bardakta unutulmuş rakıyı fondip yapıyorum. Adamı izlemeyi bırakıyorum. Kapı eşiğinden cama bakıyorum. Sonra yüzüne yeniden bakıyorum. Gülümsüyor. “Hazırım” diyor. İşte istediğim düşüş.
İÇ GAZİNOMDAKİ HERKES BURADA
Beyoğlu’nda gündüz yürüyüşü. Gündüz düşmeye alışkın değilim. Ayağımın taşlara sürtünme sesini hissedebiliyorum. İçimden susuyorum. Yerin sesini tramvay sesi bölüyor. Bu gerekliydi. Giriyoruz pasaja. Balık Pazarı kapısından girer girmez tam karşıda Maksim Gazinosu afişleri karşılıyor beni. Bülent Ersoy, Emel Sayın, Gönül Akkor ve diğerleri…Gözüm elbette Bülent’e takılı kalıyor. Eylemlerimle isteklerim arasında cesur bir bağlantı olsaydı hemen oraya koşardım. Bekliyorum. Hayatımda yapabildiğim en güçlü eylem beklemektir. Diğer dükkânlara bakıp usulca afişli dükkâna doğru yürüyorum. “Afişlere bakabilir miyim?” diye soruyorum. İçimin sesi saçlarımın arasından kayıp afişlerin üstüne düşüyor. Başka ses yok. Olmalı mı? Olmalı. “Serbülent Sultan” diyor bir ses. Omzumda sıcacık bir el. Pembe Köşk Gazinosu afişi. Tek bir ses yok üstelik. “Aylin Berkay” diyor bir başka ses. Kafatasımın ortasında duran soru işaretini yerlere çalarak, dilimi ortasından delerek, bildiğim, bilmediğim, hissettiğim, hissedemediğim ne varsa bir fırtına gibi yüze çalıp “O kim?” diyorum. “Bülent Ersoy’un rakibi” diyor tezgâhtaki adam buruşuk elleriyle afişi işaret ederek. İçeriden plağını getiriyor. Albümün adı yok, sadece ismi var. Aylin Berkay. Ayırıyorum afişle beraber. Bülent Ersoy Maksim afişini de ayırıyorum gözümle.
Gözüm, omzumda duran elin gözünü arıyor bir de. Ah bu gözü siyahlaştıran, akışkanlığı kurguya dönüştürme zorunluluğu. İçinde resmi olan adam sana dokunuyor işte.
İçimin gazinosundaki herkes burada. Aç kapıyı veya gir kapıların birinden. Bir ses daha “Emel Aydan var bir de, ister misin?’’ diyor. “Olur” diyorum. Üzerimdeki eller çoğalıyor; “Buradayız işte, yaşıyoruz. Yaşıyorsun”.
Düşüncemi cesurca eyleme halini kontrol eden sistemden nasıl sıyrılınır? Dilimden ne dökülse çaresizliğimi ifşa edecekmiş gibiydi. Dağınık bekleyiş, zincirleri kendi üzerine kapanan. Anladığımı, anladıklarını ele geçirseler imkânsızlığını da yüzüme vuracaklar sanki. Adam plağı çıkarıp ‘Çok Geceler Bekledim’ şarkısını çalmaya başlıyor. Kendi içini dışına çıkaran bir ağıt gibi bu ses, bu söz. Kusursuz ve mağrur. İnsan sesi tuhafmış. Unutulmuş, kurutulmuş, gizlenmiş, sızlayan bir su çağlaması. Kendi sesimi de fırlatsam ya şu ‘balamoz’un yüzüne. Kıskacımda debelenen sesim yankılansa ya pasajın içinde.
Oğlan plakları alıyor. “Olmaz!” diyorum. “Arkadaşlığımızın başlangıç hediyesi olsun” diyor. “Ömrüm geçti bir çiçeğe benzemekle. Çalınmış güzellik yasaklanmış güzellikten iyidir.” Başlayalım diyorum içimden. Düşünürken elimi nereye koymalıyım? Emel’in yüzünün üstüne koyuyorum.
BABAMIN SOBAYA ATIP YAKTIĞI BEZ BEBEĞİ YENİDEN BULMAK GİBİ
“Hadi şimdi bitpazarına” diyor. İçimden bir ses arka sokakların ötekileştirilmişliğindeki dayanılmaz cazibesine kapılıyor ve gidiyorum. Ara sokaklardan Dolapdere’ye iniyoruz. Salına salına alanı küçülterek. Eğer düşersem bu dik yokuştan elimi nereye koymalıyım? Sonu ne olursa olsun, düşmeli bugün. Olasılığın matematiğini yapmadan.
Üç girişli bir handan, çok girişli bir pazarın içindeyiz. Hiçbir mağazada kapıda karşılanmazsınız. Ne insanlar ne de eşyalar karşılar sizi. Burada kapıda karşılanıyorsunuz. Tezgâhların üstüne yerleştirilmiş bütün objeler usulca “Hoş geldiniz” diyor size. Duvarlara asılmış abiyelerin ışıltısı gözümün ışığıyla kırıştırıyor. Unutulmuş, atılmış, terk edilmiş, çalınmış her şey üst üste. Beden hep aynı objelerin peşinde. Duvarda asılı duran parıltılı ceketi indiriyorum. Giysem ona karışabilirim. Biraz yürüsem kalabalığın içinde savunmaya gerek kalmadan yol alabilirim belki. Düşersem elimi nereye koymalıyım? Ceketi iyice üstüme sarıyorum. Yakasında bazı taşları eksik. Tamamlamalıyım.
Yazmasının çiçekleri kaşlarının üstüne düşmüş orta yaşlarda tezgâh sahibi “Abla yakıştı. Sanatçı ceketidir, özel yapım. Sahibi yeni ölmüş. Yeni geldi” diyor. Ona içimden anlamlar veriyorum. Pazarlığa alışkınım. Pazarlık önemlidir pazarda. Omzumdaki erkek elini yeniden hissediyorum. “Başka bir yer burası. Babamın sobaya atıp yaktığı bez bebeği yeniden bulmak gibi” diyorum.
Yürüyoruz… Tezgâhın arkasında duran insanları izliyorum. Yabancı gibiler bu dünyaya, yabancı gibiler düzene. Oldukları gibiler. Biraz da bundan her şey. Biraz da bundan çok şey. Torbamın içindeki ceketin taşlarını okşuyorum. “Buradasın. Yaşıyorsun. Yaşıyoruz işte!” diyorum.
YAZI: JİLET SEBAHAT