‘Yeni Türkiye’ kavramı hayatımızda geniş bir yer kaplıyor. Uzantısı olan ‘Yeni İstanbul’un da ondan aşağı kalır yanı yok. Şehrin gördüğümüz güzel yüzünü, renklerini, tatlı nostaljisini bir kenara bıraktık ve mimarlık tarihi profesörü Uğur Tanyeli ile yakın gelecekte içinde yaşayacağımız kenti hem görmek hem de üzerine biraz konuşmak için Fikirtepe’de bir gezintiye çıktık. ZEYNEP MİRAÇ
Hangi dergiyi açsam, hangi Instagram hesabına baksam İstanbul hep aynı açılardan çıkıyor karşıma. Erguvanlarla Boğaziçi, Topkapı Sarayı’nın Ayasofya ile buluştuğu yarımada, şıkır şıkır Nişantaşı ya da tramvaylı Beyoğlu… Her gün karşı karşıya kaldığımız inşaatlar, yeni baştan düzenlenen mahalleler ve son 10 yıla damga vuran kentsel dönüşüm nerede? Bugün İstanbul’un göbeğinde olsa da İstanbul’dan saymadığımız semtler şehrin geleceğinde söz sahibi olmayacak mı? Burada yaşayanlar has İstanbullu sayılmayacak mı? Bu sorular etrafında Yeni Türkiye ve Yeni İstanbul’u konuşmak üzere yola çıktık.
Adresimiz Fikirtepe, 18’inci yüzyıl haritalarında yer alıyor fakat yerleşim ancak 1950’lerde iç göçün ardından başlıyor. 1965’te bir mahalleye dönüşüyor, hızla büyüyüp on yıl sonra üç mahalleye ayrılıyor: Fikirtepe, Eğitim ve adı 12 Eylül’de Dumlupınar’a dönüştürülen Devrim mahalleleri.
Kentsel dönüşümün en hızlı ve yoğun olarak yaşandığı Fikirtepe’nin bir bölümünde inşaatlar tamamlanmış, yaşam başlamış. Henüz dönüşüm sırası gelmeyen eski evler, gökdelenlerin gölgesinde, daha güzel bir geleceğin ihtimali içinde yaşıyorlar.
Mimarlık tarihi profesörü Uğur Tanyeli ile Fikirtepe’de bir gün geçirdik.
İstanbul deyince karşımıza çıkan fotoğraflar birbirine benziyor. Ya Topkapı Sarayı ya Boğaziçi ya Nişantaşı’nın fiyakalı caddeleri ya da Moda’nın yenilenen yüzü… Son yılların ‘yeni’ İstanbul’u bunun neresinde?
İlk fotoğraf çekildiği günden beri ‘İstanbul fotoğrafı’ diye bir yalan türü var. 1841’de James Robertson geldiği zaman o da III. Ahmet Çeşmesi’ni çekiyor, Sultanahmet’i çekiyor. 1850’lerden, 1890’lar- dan Kocamustafapaşa fotoğrafı arayın, bulamazsınız. Eyüp’ten belli noktalar çekilir, ama karşısındaki Sütlüce’nin fotoğrafını çekmez kimse. Kendi zihnimiz-de iyi ve güzel bir İstanbul imajımız var, onun fotoğrafını çekmek için çabalıyo- ruz. Zihnimizdeki imgeyi yerde bulmak istiyoruz. Onu bulabileceğimiz konumu, açıyı arıyoruz. Artık yok öyle bir İstanbul. Tarihi Yarımada’nın nüfusu, şehrin 10’da 1’i bile değil. Yaşadığımız semtlerin çoğu yeni İstanbul’da artık. Nişantaşı orta yeni, Ulus yepyeni, Çekmeköy ya da Zekeriyaköy yepisyeni!
En yenilerden biri de şu an içinde bulunduğumuz Fikirtepe olsa gerek. Büyük vaatlerle ortaya çıkan Fikirtepe’nin nasıl bir geleceği olacak sizce?
En çok göze çarpan, sınıfsal değişim. Zekeriyaköy, 30 yıl öncesine kadar gerçek
bir köydü. İnsanların ineklerini otlattıkları, tahıl tarımı yapılan bir yerden söz
ediyorum. Şimdi orası İstanbul’un varlıklı gruplarının yaşadığı bir bölge. Böyle bir
değişim burada da gerçekleşiyor. Sorun şu: Daha üst gruptan insanları buraya yerleştiriyorsanız, alt gruptan birilerini de süpürüyorsunuz demektir. Türkiye’de kentsel dönüşümde gözlemlenen gayri ahlakilik binaların yükselmesinden kaynaklanmıyor, bunların toplumsal maliyetinden kaynaklanıyor. Evini dönüşüme veren ve yeni binalarda yaşamaya
başlayan biri sınıf atlamış oluyor. Peki ya burada kirada oturanlar? Onlar 25 km öteye süpürülüyorlar. Bunun toplumsal anlamda sorun yaratacağı çok açık. Bu huzursuzlukların hepsinin sonuçları bir noktada karşımıza çıkacak.
ANCAK KÂR GETIRECEĞINE EMINSENIZ BIR YERDE DÖNÜŞÜM TALEP EDERSINIZ
Şu anda oturduğumuz kafe, yeni binalardan birinin altında. Sokağın karşısında ise sıvası dökülmüş, hayli bakımsız görünen eski binalar var. Bunun yaratacağı gerilim neye dönüşür?
Şu anda en gerilimsiz halini görüyoruz. Çünkü bu eski evlerde oturanlar hâlâ umutlu. Kendi evleri de bir gün yenileri gibi olacak diye bekliyorlar. Sorun, umudun söndüğü noktada çıkıyor. Ebediyete kadar gitmiyor ki bu değişim. Şu anda bile çok yavaşladı. O zaman görecekler ki, burada yepyeni bir yaşam sürerken eski binalar daha da kötüye gidecek. Binalar birbirine benzeyince insanlar da benzemiyor.
Fikirtepe’nin adı kentsel dönüşümle özdeşleşti. Burası neden seçildi sizce?
Çünkü ümit vaat eden bir yer! Ancak kâr getireceğine eminseniz bir yerde dönüşüm talep edersiniz. Neden Tarlabaşı’nda dönüşüm talebi yüksek? Çünkü orada yoksul gruplar yaşıyor ve siyasal anlamda da ötelenmeleri, hırpalanmaları mümkün. Ulus’u dönüştüreceğim dediğinizde alacağınız tepkiyle Tarlabaşı bir değil. Kocamustafapaşa’yı deneyin bakalım, dönüştürebiliyor musunuz? Toplumsal maliyeti yüksek.
Sözcük seçimine bakarsak, neden değişim değil de dönüşüm?
Kendi haline bıraktığınızda hiçbir yer sabit kalmaz, bundan emin olabilirsiniz. Değişim kendiliğinden vuku bulur. Dönüşüm ise zorlamayı içerir. Bunu buyuran bir otorite yoksa gerçekleşemez. Belki şu anda dönüşümü hiç istememiş birinin parselinin üzerinde konuşuyoruz.
“Şehir değişmesin ama ben binamı yıktırdıktan sonra değişmesin”
istanbulluluk bu konunun neresinde?
İstanbullu çok yeni bir kavram; 18’inci yüzyıldan önce böyle, Türkiye’nin genel halinden farklı bir kültürel pozisyonu tarif eden bir kavram yok. Ömrü uzun olmayan bir tarif, yakın gelecekte devam edeceğini de sanmam. Kaldı ki var olduğu zamanlarda da kabul edilmesi zor bir hodbinliği, kendini beğenmişliği içeriyordu. Taşıdığı
kültürel imalarla daima bir grup insanı dışlamak için kullanıldı. Toplumsal yarılmaların biri de İstanbulluluk adı altında cereyan etti bunca zaman. İstanbul’da yaşanan olumsuzlukları İstanbullu olmayanlara bağlamamız da gerçekçi değil. Hep söylenen bir söz vardır: “Sonradan gelenler İstanbul’u berbat ettiler.” Bağdat Caddesi en İstanbullu yerlerden biri. Benim gençliğimde, hatta evlendiğim yıllarda bile
dört katlı apartmanlardan oluşuyordu. Bir de şimdiki haline bakın! Onu da İstanbul’a sonradan gelenler mi bu hale getirdi? Hayır. Arkasından ağlanan apartmanlarda yaşayanlar değişime bu derece hevesli olmasalardı, bu 15 katlı binalar dikilir miydi? Herkes “Aman şehir değişmesin ama ben binamı yıktırdıktan sonra değişmesin” diyor. Bu, Türkiye’ye özgü bir riyakârlık türü.
TÜRKIYE’DE BIR CAMIYI SPOR SALONU YAPABILIR MISINIZ?
Dönüşmemenin formülü belli galiba. Fikirtepe’de gökdelenlerin arasında kalan ve yıkılmayan cami, bir sembol gibi duruyor.
Cemaati kalmasa, hatta yolu kalmasa bile Türkiye’de camileri yıkamazsınız. Dünyanın birçok yerinde işlevlerini kaybeden ibadethaneler başka işlevlere devredilirler. Hollanda’nın en büyük kitapçılarından biri, bir 13’üncü yüzyıl kilisesinin içinde. Yıkmasalar bile spor salonu yaparlar mesela. Türkiye’de bir camiyi spor salonu yapabilir misiniz? Bunlar, insanların birbirlerini politikayla dövmek için kullandıkları araçlar.
Aslında dayatma pek de yeni sayılmaz buralarda. Fikirtepe’nin bir bölümü- nü oluşturan Dumlupınar Mahallesi, 12 Eylül’e kadar Devrim Mahallesi adını taşırmış.
Radikal sol grupların yerleştiği yerlerdi buraları. Bir zamanlar sol olan bir yer, gün gelip değişmişse birileri hırpalanmış demektir. Adını değiştirmekle kalmaz çünkü, her değişim yapısal sonuçlar üretir.
YENI MIMAR KUŞAĞI: UYANIK MODERNLER
Yeni İstanbul’un mimarlık tarihi yazılırken Fikirtepe’den nasıl söz edilecek sizce?
Şimdiden yazılıyor bu tarih. Dönüşümün başladığı gün, sonuçlarının da ne olacağı belliydi. İstanbul büyüyor, bu bir gerçek. Ama öngörüldüğü kadar büyümüyor. Çok yavaşladı. Ciddi bir konut fazlası var, ne kiralanabiliyor ne satılabiliyor. Gele- cekte bunlardan olumlu söz etmek müm- kün olmayacak.
İçinde Sedad Hakkı Eldem’in de olduğu, yüz yıl önce doğan mimarları ‘mütereddit modernler’ diye tarif etmiştiniz. Fikirtepe’nin mimarları için hangi sıfatı kullanırsınız?
Uyanık modernler demem gerekir herhalde! Mütereddit modernler, saygıdeğer insanlar. Dünyanın değişiminden ve sonuçlarından kuşkuları var. Bu yeni İstanbul’u inşa edenlerin böyle bir ahlaki kaygıları olduğundan emin değilim doğrusu. Haksızlık etmeyeyim ama… Buradaki amaç para kazanmak.
Mimar gözüyle binaların estetiğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genel bir şey söylenemez, iyisi de var, kötüsü de. Türkiye’de olup bitenler, bu hoyrat değişim Çin’dekine benziyor. Tek katlı evleri yıkıp yerine 35 katlı apartmanlar yapıyorlar. Estetik açıdan da benziyor, çünkü zaten başka türlü olmasına ihtimal yok. Acıklı olan şu ki, geç modern dünya- da uyum diye bir kavramı unutmamız gerekir. Sayısız çıkarın olduğu bir ekonomik çatışma bölgesidir kent. Herkesin çıkarı birbiriyle uyumlu olmadığına göre, mimarisi de uyumlu olmaz. Gecekondu yaptığınızda da olmaz, tümünü planlı yapsanız da olmaz. Moskova çevresindeki kilometrelerce alan, sosyalist dönemde hesaplı kitaplı bir şekilde planlanmış. Ama berbat yerler. Uyum sözcüğü Yunancada ‘harmonia’dan geliyor: Kökeni de sabitlenme sözcüğünden kaynakla- nıyor. Bu zaten problemli bir istek. Bir toplumu sabitlemek demek, bir fikri dayatmak demek aynı zamanda.
“Türkiye’de herkes timsah gözyaşı döküyor”
Sizin ‘Yıkarak Yapmak’ başlıklı bir kitabınız var. Türkiye’de imar yıkımla eşanlamlı neredeyse. Yapmanın yolu sadece yıkmaktan mı geçiyor buralarda?
Yeni bir şey yapacaksanız, ister istemez eskisini yıkıyorsunuz demektir. İster toplum bilimsel anlamda konuşalım, ister şu anda içinde bulunduğumuz çevre anlamında… Bir değişim sırasında bir toplumsal yapı tahrip edilir. Bunun Türkiye’ye özgü olan tarafı, hoyratlığından ibaret. Buradaki kadar güçlü biçimde ekonomiyi inşaatla ayakta tutmaya çalışan bir politika uyguluyorsanız, çıkacak sonuç budur. Sürekli olarak rant üretebilmek için eskiyi tahrip etmek kaçınılmazdır. Şurada “Aman ne güzel” dediğimiz iki katlı bir evi kullanmak suretiyle elde edebileceğiniz rant hiçbir şey. Üst katını kiraya verirseniz, böyle bir semtte ancak 1500 TL alırsınız. Ama aynı binanın arsasını verip yeni binalardan iki apartman dairesi almak, bunun çok ötesinde bir rant elde etmek demek. Siz kârlı çıkarsınız, müteahhit sizden 10 misli kârlı çıkar. Dünyanın her yerinde rant var. Aradaki fark, iktidarın ve toplumun ranta yaklaşımında. Bana göre Türkiye’de herkes timsah gözyaşı döküyor. Hem ranttan yararlanmak istiyor hem de sonuç ne kadar kötü oldu diye şikâyet ediyor herkes.
RÖPORTAJ: ZEYNEP MİRAÇ
FOTOĞRAF: SEBATİ KARAKURT