İstanbul’un, dünyanın bu en güzel şehrinin en güzel, en dramatik, en gerçek anlarını kim yaşıyor? Kim yaşadı? Sahibi kim? Halk mı? Hükümdarlar mı? Hayal kahramanları mı? Emekçiler mi? Sanatçılar mı? Herkesin hayallerine yetecek kadar büyük bir İstanbul var mı? YENAL BİLGİCİ
İşte geldi çattı eylül. Sıcağıyla, nemiyle, bu sene bir de fazladan virüsüyle yaz yavaştan çekip gidiyor. Bu ay gelince, bir yolunu bulup şehirden kaçmış İstanbullular, biraz yeni planlarla umutlu, biraz eski korkularla bıkkın ama her zaman tıpış tıpış geri döner. Memleketten, yayladan, sahilden bir tersine göç başlar. Kaçmışlardır; çünkü ne yapsınlar, yaz aylarının İstanbul gibi bir coğrafyada affı yoktur. Eninde sonunda da geri dönerler, Ülkü Tamer’in o nefis ‘Yazın Bittiği’ şiirinde söylediği gibi “Çünkü sahiden yaz bitmiştir / Göle bakmaktan usanır insan.”
Nüfus tamamlanınca, hayat eski ritmini bulur İstanbul’da. Tek farkla. Yaz boyu şehirde kalanların, hiçbir yere gitmemişlerin saklı gururu bir süreliğine öfkeye dönüşür. “Offf, işte yine geldiler” denir. Her aksilik, tıkanıklık şehre dönenlere bağlanır. Hele bu yaz. Tatile gidenlere fazladan bilenilen bu virüslü, uzun yaz… Virüslü veya virüssüz, burada İstanbul’a dair çok eski bir tartışma yatıyor. İstisnasız her yaz, şehirde kalanlar, biraz ferahlama ve kendileri şehirden sanki hiçbir zaman ayrılmazmış gibi biraz da kıskançlıkla “İstanbul nihayet esas sahiplerine kaldı” der. Bu sözde bir doğruluk payı vardır: Nispeten tenhalaşan şehir sahiden onlara kalır.
Peki şehrin sahipleri hakikaten onlar mıdır? Ya da var mıdır İstanbul’un bir sahibi? Birisi çıkartıp bir tapu gösterebilir mi? Onda hak iddia edebilmek için yedi göbek mi gerekir? Kılıç hakkı veya ganimet midir İstanbul? Yoksa bu güzelim şehir en çok onu kalemleri klavyeleri fırçaları notalarıyla var edenlerin midir? Terini toprağa akıtıp onu tuğla tuğla inşa edenlerin midir? Bu devasa makinenin ekonomisini, ticaretini, teknolojisini yürütebilmek için plaza camlarının ardındaki suni havayı içine çekenlerin midir? Kimindir İstanbul?
ŞEHRİN EN ESKİSİNE BERBERDE RASTLADIM
Küstahlık olarak görülmesini istemem ama kanaatimce herkes İstanbul’da hak iddia edebilir. Ben etmiştim, halen ediyorum.
Dolunaylı bir gecede kimsesiz, tenha bir yokuşta Nakkaştepe’den Beylerbeyi’ne doğru inerken, üzerine akıl almaz bir yakamoz düşen Boğaziçi’ni bir gümüşten yol gibi görüp gözlerime inamamıştım. Zamansız, duru bir İstanbuldu gördüğüm. Binlerce yılın İstanbulundan farksızdı. Tekti. O an bir insanın hayatta görebileceği daha iyi bir manzara olmayacağına hükmettim. Aradan yirmi yıl geçti, manzara dağarcığım genişledi. Fikrim değişmedi.
İstanbul’un orta yerinde sanki sadece benim için açılmış görünen o görkemli gümüşten yola bakarken kendimi şehrin sahibi gibi hissetmiştim. Bir insan kendini bir şehrin ne kadar sahibi hissedebilirse… Taç getirseler giyerdim.
Bu benim payıma düşen…
Ama hep merak ederim; İstanbul’un, dünyanın bu en güzel şehrinin en güzel, en dramatik, en gerçek anlarını kim yaşıyor? Kim yaşadı? Sahibi kim?
Tapusu var mıdır bir defa bu şehrin? Beyoğlu’ndaki bir berber dükkânında karşılaştığım jilet gibi bir takım elbise giyinmiş, yaka cebi mendilli, fötr şapkalı yaşlı adamda bir tapu olabilir miydi mesela? Dükkâna ben girerken o tıraşını halletmiş çıkmak üzereydi. Her çalışana kıdemine göre bahşiş verdi. Üstelik bunu son derece centilmence, eğlenerek ve eğlendirerek yaptı. Ben dünyanın en zor işlerinden olan bu bahşiş meselesinin altından hakkıyla kalkan adama hayranlıkla bakarken o şapkasına hafifçe dokunarak beni de selamladı ve çıktı gitti. Ardında iyi romanların insanın ruhunu hafifleten havasını bırakmıştı.
O dükkâna epeydir devam ediyordum ama adamı daha önce hiç görmemiştim. “Kimdir” diye sordum berbere; “Haa o mu” dedi gülerek. “İstanbul’un sahibi o”. İyiden iyiye meraklanmıştım. “Ne demek İstanbul’un sahibi?” Berber ciddiyetle anlattı. “Abi şimdi Fatih İstanbul’u aldı ya, işte bu abinin ailesi o sırada buradaymış. Hatta bizimkiler gelmeden çok önce, yüzlerce yıl önce bile burada yaşıyorlarmış. Aynı semtte. Hiç kıpırdamamışlar yerlerinden. Hâlâ orada oturuyor bu abi. İstanbul’un en eskisi o yani, buralar hep onun sayılır.”
Berber haklı. Yine de geçen ay memleketin bitmeyen meselelerinden Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi fiiliyata dökülürken “İstanbul’un sahibi kimse Ayasofya onundur” diye esip gürleyen milletvekilinin berbere hak vereceğini sanmıyorum.
Bu görüş, kendini İstanbul’da hak sahibi gören herkese de hak vermiyor sonuçta. En azından Ayasofya konusunda. Acaba bir padişah torunu çıkıp “Bizim hep buraları” dese ona hak verir mi? Peki ya aramızda bir Bizans İmparatoru torunu yaşıyorsa; şehirde onun da bir sahiplik hakkı var mıdır?
KALEM EFENDİLERİ GÜZEL TAKILIYOR
İstanbul halkın şehri ama bu şehirde bir imparator gibi ‘takılanlar’ var. Hep de oldu. Ahmet Mithat’ın, Recaizade’nin romanlarında rastladığımız, paşa babalarının mahdumları genç kalem efendileri midir acaba İstanbul’un sahipleri? Devlet işlerinin görüldüğü ‘kalem’e arada bir, kafalarına estiklerinde uğrarlar; hep acil bir işleri çıkar, erkenden ayrılırlar. Bıyıklarını çekiştire çekiştire Aksaray’dan Beyoğlu’na dolanır, yüzlerini peçelerin arkasından ancak bir defa, o da kısacık bir an gördükleri güzellerin izini sürerek sözde mesailerini doldururlar. Bugünün televizyon dizilerinde sekreterine “Bana telefon bağlamayın” diyerek holdingdeki odasına hışımla giren, iki dakika sonra da “Ben bugün yokum” diye çıkıp giden esas oğlanlar gibi aslında bir işleri falan yoktur. Çalışmaz ama dünyanın bütün dertlerini yüklenmiş gibi yaparlar. Arada Çamlıca sırtlarında, Taksim Gezi’sinde, Kağıthane çayırlarında, Küçüksu’da Dersaadet’in tadını çıkarırlar. Kimse de çıkıp “Gün akşam oldu nerede kardeşim bu efendi” demez. Çünkü onların babaları özel biridir.
Neyse ki bugünlerde bu efendilerin yokluğunu hissetmiyoruz. Yeni ‘kalem’ler onlarla dolu. Gerçi onları yine işte bulamazsınız. Muhakkak araba galerilerine, meşreplerine göre gece kulüpleri veya lüks nargile kafelere ama hepsi için İstanbul sırtlarında ağır abilik oynadıkları malikânelere bakınız. Ailelerine ve ideolojilerine yaslanıp İstanbul’un tadını çıkartıyorlar. İstanbul onların tadını çıkarmıyor.
İLK KANATLARININ ALTINA ALAN HEZARFEN
Bana kalırsa bu soyun sopun ötesinde bir konu. Şehirde hak sahibi olmak değil de şehre hakkını vermek esas olan. Böyle bakınca, İstanbul’un sahibi kimdir sorusunu onlarca, belki yüzlerce hatta binlerce farklı şekilde sorabiliriz. O zaman sultanın da emekçinin de arasında fark kalmaz. Zamanlar arasında da bir fark kalmaz.
Bu sayede şehrin tüm zamanlarını, tüm insanlarını durgun suyun üzerinde halka halka açılan paralel evrenler olarak varsayabiliriz. İstanbul üzerinde ferah ferah hak iddia edebilecek Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında” demesi gibi dünü ve bugünü (geleceği de elbette) tek bir an gibi kabul edip yeniden sorabiliriz: Sahi kimdir İstanbul’un sahibi?
Tüm ahalinin sıcaktan bunaldığı bir yaz günü, “kim ne der” diye telaş etmeden Dolmabahçe’den denize atlayan çocuklar mı? Büyükada’daki dünyanın belki en güzel vergi dairesinde dünyanın en güzel şehrine karşı lebiderya çalışan memurlar mı? Bir kış gecesi el ele Salacak’ta otururken Kız Kulesi’nin üzerinde yıldız kaydığına şahit olup birbirine daha sıkı sarılan aşıklar mı?
Süleymaniye’de, Fatih Camii’nde, Ayasofya’da ebedi uykusunu uyuyan hükümdarlar mı? Şehri kuran Byzas mı? Ona adını veren Konstantin mi? Şehri fethedince adına bu büyük fetih de eklenen Sultan Mehmet mi? İhya eden Justinianus veya Kanuni mi? Ayasofya’yı nasıl tasarladıklarına akıl sır ermeyen Isidoros ve Anthemius mu? Hiçbir mimarın hiçbir şehirde yapamayacağı bir işi başarmış, bir şehre bir siluet inşa etmiş Koca Sinan mı?
Yitip gitmiş mezar taşları mahalle aralarına dağılmış ulular ve veliler mi? Her mahalleye ayrı bir nizam veren, semt trafiğini kendilerine göre düzenleyen deliler mi? Vedat Türkali’nin yazdığı üzere “Tophane’nin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan çocuklar” mı? Sisli bir sonbahar sabahında, minarenin merdivenlerini ağır ağır çıkıp, yeni bir yaşama çağırır gibi sabahı müjdeleyen müezzinler mi? Beykoz sırtlarındaki eski ve unutulmuş İstanbul köyleri dahil, şehrin tek bir kör taşını bırakmayana dek tüm İstanbul’u tek tek adımlayan adı gizli seyyahlar mı? Kapalıçarşı’da dükkân kapısında yalandan gel gel yaparken, sarışın turist kadınlarına laf atmayı da ihmal etmeyen halıcı çırakları mı? İstanbul’un en kozmopolit anlarının şahidi Pera Palas’ın 1920’lerdeki misafirleri mi? Yandan çarklı vapuruyla Boğaz’a bakan evinin önünden geçerken baca düdüğüyle selam vermeyi hiç unutmayan fiyakalı Şirket-i Hayriye kaptanları mı? Şeyh Galip Sokağı’nda döne döne semaya yükselmeyi hayal eden, belki gerçekten de yükselen Mevleviler mi? Galata Kulesi’nden kanatlanıp Üsküdar sahiline konan, dolayıyla şehri ilk defa kanatlarının altına alan Hezarfen Ahmet Çelebi mi?
İSTANBUL’UN EN GÜZEL HAYALLERİ
Bu belki bir kayıt meselesi. O halde şehrin sahibi ilk büyük görsel arşivcilerden Sebah & Joaillier Fotoğrafhanesi mi? ‘Sultanın fotoğrafçıları’ Abdullah Freres ya da Abdullah Biraderler mi? Şehrin girdisini çıktısını, şatafatı ve esrarını ilk kayda alanlardan Selahattin Giz mi? Hiç şüphesiz sadece ismini zikretmenin yeteceği Ara Güler mi? Peki bu şehre sokak sokak, taş taş derkenar düşen Murat Belge ya da John Freely mi? Boğaz’da dünyanın en güzel müzesinde oturan bugünün müzecilerinin efendisi Nazan Ölçer mi? İmparatorluğun en uzun yüzyılını yeni baştan yaşayıp yaşatan İlber Ortaylı mı?
Yazarak, çizerek, göstererek var edenler… Bir de hayal kahramanları… Daha onlar var sahiplik sırasında. O halde sormaya devam. İmparatorluk başkentinin belki gelmiş geçmiş en büyük temaşasını, esnaf loncalarının IV. Murat şerefine düzenlediği o görkemli ve emsalsiz resmigeçidi kayda alan kendisi de emsalsiz ve görkemli Evliya Çelebi mi? Girilmedik sokak, çalınmadık kapı bırakmamacasına dolaşıp şehri bir ansiklopediye ama kendi, özel ansiklopedisine dönüştüren Reşat Ekrem mi? İstanbul’un binlerce yıllık temposu ve uğultusuna hürmetini “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” dizesiyle ölümsüzleştiren Orhan Veli mi? Frengistan’dan gelip Eyüp sırtlarına yerleşen ve orada sonsuza dek bir tepecik olarak kalan Piyer Loti mi? Ondan bir ‘aziz’ olarak bahseden ve aziz şehrini tepelerden seyretmeyi seven Yahya Kemal mi? Bir sabah Emirgan’da tenha bir kır kahvesinde tek başına otururken şehrin güzelliği karşısında aşka gelip Yahya Kemal’in yazdığı ve kendinin bestelediği o enfes ‘Sana Dün Bir Tepeden Baktım Aziz İstanbul’u sadece kendi için, içli içli söyleyen Münir Nurettin Selçuk mu? Bir köşede sessizce oturup onu dinledikten sonra, tanımadığı sanatçıya “Hay yaşa sen be, Münir Nurettin böyle okuyamazdı” diye tebriklerini sunan, böylece şehrin en tatlı sürprizlerinden birinin kahramanı olan kahveci mi?
İhsan Oktay Anar’ın büyülü İstanbul romanlarında asırlarca yaşayan, belki hâlâ aramızda dolaşan Uzun İhsan Efendi mi? Ahmet Ümit’in tenha sokaklara, düşkünlerin, başıbozukların arasına saldığı, ‘Beyoğlu’nun en güzel abisi’ Başkomiser Nevzat mı? Belki bir başka çağda Nevzat’ın illa ki karşılaşacağı, İstanbul batakhanelerinin ve karakollarının iyi yürekli gediklisi Fosforlu Cevriye mi? İstanbul’u bir numaralı kahramanı yapan Orhan Pamuk mu ya da Pamuk’un sevgili şehrine hem bir güzelleme hem bir ağıt olarak yazdığı ‘Kara Kitap’taki gizemli makalelerin sahibi Celal Salik mi? Sadece eski şehrin değil belki Boğaz’ın ve adaların da sahibi Sait Faik mi? Yavuz Turgul’un başyapıtında Şener Şen’in can verdiği o eski İstanbul beyefendisi Muhsin Bey mi? Yahya Kemal’in deyişiyle musikisinden bir yandan din, bir yandan hayat akan Buhurizade Mustafa Itri Efendi mi? Hem şehri hem toplumu hikayelerinde ve sahnede ilmek ilmek dokuyan, sonra kendisi de bir sahne olan Haldun Taner mi? Ucundan denizi gören gölgeli sokakları daha da sevdiren ressam Hoca Ali Rıza mı? Osman Hamdi Bey’in elinden çıkıp sonsuzluğa karışan ve hâlâ sevgili kaplumbağalarıyla uğraşan ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ mi?
Hayat hep masal değil ya, dar günlerde de arayıp sorabiliriz İstanbul’un sahibini. 1918 Kasım’ında Boğaz’daki zırhlıları gördüğünde “Geldikleri gibi giderler” diyen ve eninde sonunda bu sevgili şehri kurtaran, hayata gözlerini kurtardığı şehirde yuman Mustafa Kemal mi? İzmir’in işgalinin ardından bir Mayıs günü Sultanahmet Meydanı’nda toplanan 200 bin insana “hiçbir kuvvet altında boyun eğmemeleri” için defalarca yemin ettiren ve milletin kalbinde direniş ateşini yakan Halide Edip mi?1950’lerde yüz karası bir eylülde yağmaya katılan başıbozuklar elbette değil ama bin yıllık komşularına o kara günde kanat geren bir avuç yardımsever mi? Gülhane Parkı’nda kimsenin, onu her yerde arayan polisin bile fark edemediği bir ceviz ağacına dönüşen Nazım Hikmet mi? Emeğinin peşinde 1 Mayıslar’da Taksim Meydanı’na çıkan, tartaklanan, vurulan, ölen bu halkın, bu şehrin güzel emekçileri mi? Bir parkı ev bilip inat eden, direnen Geziciler mi?
Yoksa basitçe, sadece ve her zaman kediler mi?
Hepsi mümkün, hepsinin ucu açık. Daha yazacak dünya kadar, ne dünyası, İstanbul kadar soru bulabiliriz. Ama şimdilik tek bir şey daha var.
Ey bu kadim şehrin ağustosuna sızlanmadan razı olanlar. İşte o zalim ay kapınıza yeniden geldi. Sizsiniz bu ay İstanbul’un sahibi.
Bir vapuru bacasından tanıyanlar
Dünyada Sadece İstanbulluların, bu güzel şehre sahip olanların bilip anlayacağı bir zevk: Boğaziçi’ni üzerinde gemilerle seyretmek. İşte İstanbul’un üç sahibini birleştiren bir minik pasaj. Orhan Pamuk, Ara Güler’in fotoğraflarındaki Şehir Hattı vapurlarını anlatıyor:
“Ara Güler’i fotoğrafları denizi, Boğaz’ı görerek yaşamanın mutlululuğunu bilen İstanbullulara diğer büyük bir zevki de hatırlatır: Boğaz gemilerini seyretmek! Biçimlerinden, bacalarından ve duruşlarından Şehir Hattı vapurlarını tanımanın, bacalarından çıkan iri kurum taneli kömür dumanlarının göğe karışırken çektiği çizgilere ve şehrin silueti üzerinde bıraktığı kurşuni sise bir resme bakar gibi bakmanın zevkinden söz ediyorum.”
Orhan Pamuk – Manzaradan Parçalar (‘Ara Güler’in İstanbulu’ başlıklı makalede)
Kuyumcu sultan ve ustası
İstanbul’un sahibi imparatorlar veya padişahlardır, onların arasında da herhalde şehre damgasını en çok vuranlardan Kanuni Sultan Süleyman’dır diyorsanız, bir daha düşünün. Reşat Ekrem Koçu, zamanında kuyumcu esnafı arasında epey dolaşan bir şehir efsanesini kendi de kuyumculuk tahsili görmüş Evliya Çelebi’den naklederek anlatıyor:
“Kuyumcular esnafına şan ve şöhret veren Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman’dır; çünkü bu iki hükümdar Yavuz Sultan Selim’in Trabzon’daki valiliği sırasında orada kuyumculuk tahsil etmişlerdi.
Sultan Selim İstanbul’a gelip padişah olunca oğlu Süleyman’ın kuyumculuk sanatına İstanbul’da da devamını istedi. İstanbul’da Unkapanı’nda Konstantin adında namlı bir kuyumcu vardı, şehzade sanata ondan devam etti; Konstantin Şehzade Süleyman’ın ustası oldu.
Bir gün Konstantin çırağı şehzadeye kızmış:
“Sana bin değnek vuracağım!…” diye yemin etmiş.
Şehzadenin anası Hafasa (Hafize) Sultan, oğlunun suçunu affettirmek için Konstantin’e bin altın göndermiş. Namlı kuyumcu da o bin altından saç teli kadar ince beş yüz adet tel çekmiş ve Sultan Süleyman’ı falakaya yatırarak çıplak tabanlarına o tellerle iki defa hafifçe vurarak yemininden kurtulmuş.”
Reşad Ekrem Koçu – Tarihte İstanbul Esnafı