Ana SayfaAHMET ÜMİTSinemalar bir bir kapanırken...Filmi başa saralım

Sinemalar bir bir kapanırken…Filmi başa saralım

Anılarımın olduğu iki önemli mekân birbiri ardına kapanma kararı aldı: Beyoğlu’ndaki 72 yıllık Atlas Sineması ve Kadıköy’deki 59 yıllık Rexx Sineması. Buralarla ilgili hatıralar yağmur gibi; hatırladıklarımın hepsini yazamıyorum, hatırlamadıklarım muhtemelen daha fazladır… AHMET ÜMİT

İKİ BÜYÜK KAYIP YAŞADIM

Anıların geçtiği mekânlar birer ikişer yok oluyorsa, inanın bana, siz de ağır ağır ölüyorsunuz demektir. Geçen ay, işte bu duyguyu hissetmeme neden olan iki kayıp birden yaşadım. Anılarımın olduğu iki önemli mekân birbiri ardına kapanma kararı aldı: Beyoğlu’ndaki 72 yıllık Atlas Sineması ile Kadıköy’deki 59 yıllık Rexx Sineması.

Beyoğlu’nda Lale, Alkazar, Saray, Sine Pop ve Emek sinemaları kapandığında da aynı berbat duyguyu hissetmiştim. Sanki kapananlar birer sinema salonu değil hayatıma dair önemli sayfalardı. Ve çok iyi biliyordum ki bir daha hiç açılmayacaklardı, derin bir mezara konulup üzeri kalın bir toprakla örtülen bir tabut gibi.

Sinema ilk ne zaman girdi hayatıma hatırlamıyorum ama elli küsur yıl önce olmalı. O zamanlar Gaziantep küçük bir şehir, Türkiye küçük bir ülke ve dünya daha küçük bir yerdi…

HAYATI ÖĞRENDİĞİM MEKÂNLAR

50 yıl önce Gaziantep’te yaşayan bir çocuk olarak, evimden dışarı çıktığımda bana dünyayı öğreten dört farklı mekân vardı; sokak, okul, cami ve sinemalar. İlk vazgeçtiğim cami oldu, çünkü kendi rızamla değil babamın zoruyla gidiyordum. Ama Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye yarması, İbrahim’in oğlunu kurban edecekken gökyüzünden koçun gelmesi, Yusuf’un kuyuya atılması, İsa’nın ölüleri diriltmesini dinlediğim anlar çok etkileyiciydi. Yıllar sonra onları kendi kaynaklarından, Tora’dan, İncil’den ve Kuran’dan okuduğumda da aynı heyecanı duydum.

İtiraf ediyorum; okulu çok sevdiğim söylenemezdi. Elbette derslerden söz ediyorum. Yoksa arkadaşlıklar, ilk aşk, politik mücadele ve okuduğum romanlar; yani beni ben yapan bütün bu olayları yaşamak şahaneydi. Kitaplar, okumaya başladığım süreçten itibaren beni o küçük şehrin dışına götüren temel araçlardı. O günleri gözlerinizin önüne getirin; evinizde henüz televizyon yok, sadece radyo var. Radyodaki ‘Arkası Yarın’ ya da ‘Radyo Tiyatrosu’ gibi programları bayılarak dinlerdim. İnsanın hayal gücünü geliştiren muhteşem deneyimlerdi.

Emek Sineması – 1986

BABAM, AHLAKIMIZ BOZULUR DİYE SİNEMAYA GİTMEMİZİ İSTEMEZDİ

Bayram oldu mu müthiş bir özgürlük havası eserdi evde. Bayramın ilk günü akraba gezmeleriyle geçerdi. İkinci gün ise sabah kahvaltıdan sonra sinemanın yolu tutulurdu. Muhafazakâr bir adam olan babam, ahlakımızın bozulacağı gerekçesiyle sinemaya gitmemize pek sıcak bakmazdı.

Gaziantep’te yaşayan bir çocuk olarak, ‘Beyoğlu’ benim için bir efsaneydi. Sadece filmlerde gördüğüm, İstanbul’a giden abilerimin anlattığı kadarıyla kafamda canlandırabildiğim bir Beyoğlu’ydu bu.

Çoğu siyah beyaz olan filmlerde kalabalık bir cadde görürdüm; geceyse yanıp sönen ışıklar ve geride mutlaka bir caz müziği olurdu. Ya da ben öyle hatırlıyorum. O zamanlar ‘avantür’ diye adlandırılan vurdulu kırdılı filmler, Beyoğlu’ndaki barlarda, pavyonlarda, kulüplerde çekilirdi.

Gaziantep’te bu filmleri izlediğim sinemaların bulunduğu semt de Beyoğlu’na benzerdi. Suburcu ve Karagöz Caddeleri’nin birbirine eklenmesiyle oluşurdu bu bulvar. Site Sineması, Arı Sineması, Ses Sineması, Burç Sineması, Baydar Sineması, Büyük Sineması, Marmara Sineması ve Saray Sineması. Pavyonlar, gece kulüpleri, eğlence merkezleri… Bir tür ‘küçük Beyoğlu’ydu yani.

İşte bayramlarda harçlıkları toplar toplamaz, bu ‘küçük Beyoğlu’nda alırdık soluğu. Ardı ardına beş film birden gösterirdi sinemalar. Saat 11.00’de girer, 17.00’de çıkardık sinemadan. Bu kadar film izlemekten gözlerimiz ağrır, kafamız bir hoş olurdu ama ne gam; yaşadığımız o heyecan yüklü anlar için her şeye değerdi.

SİNEMAYA İÇ SAVAŞ ARASI

1978 yılında, 18 yaşında üniversite öğrencisi olarak İstanbul’a geldiğimde de ilk iş olarak Beyoğlu’na gitmeyi, şöyle adamakıllı güzel bir film izlemeyi çok isterdim. Ama o yıllarda ülke ilan edilmemiş bir iç savaş yaşıyordu, ben de o kavgada safımı çoktan seçmiştim. Bir eylemden ötekine koştururken sinemaya gitmeye vakit bulamıyordum. O yüzden Beyoğlu’nda ilk sinema deneyimimi aylar sonra yaşayabildim. O da Emek, Atlas, Lale, Dünya, Fitaş gibi sinemalarda değil, benim gibi Gaziantepli olan sevgili Onat Kutlar’ın kurduğu Sinematek’te. Ozamanki yeri Sıraselviler Caddesi’ndeydi. Merdivenlerle inilen küçük bir salonu vardı. İzlediğim filmi çok iyi hatırlıyorum: Nikolay Ostrovski’nin romanından uyarlanan ve bir devrimcinin hayatı ekseninde Ekim Devrimi’ni anlatan ‘Ve Çeliğe Su Verildi’ adlı filmdi. Elbette bayılmıştım filme, çünkü anlattığı bizim hikâyemizdi. Biz de filmin başkahramanı Pavel Korçagin gibi karşıdevrimcilerle savaşıyor, siyah deri ceketler giyen komsomol kızlara (Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin gençlik yapılanması. Erkek üyelerine ‘Komsomolets’, kadın üyelerine ‘Komsomolka’ denir) âşık oluyorduk.

1923 yılında Cinde Salon Electra adıyla açılan Alkazar Sineması.
Fotoğraf: Kayıhan Türköz
2010’da kapanan Alkazar ” Tek dileğimiz, başka beyazperdelerin kapanmamasıdır, hoşçakalın diyerek veda etti. Fotoğraf: Sebati Karakurt

DEVRİM YAPACAĞIZ DİYE GİRDİK, SEKS FİLMİ ÇIKTI

Bugün eski özelliğini yitirmiş Dünya Sineması’yla ilgili bir anımı da anlatmadan geçemeyeceğim. 4 Nisan 1980’de ‘İlerici Gençler’ olarak bir korsan miting yapacaktık. Eylem şöyle planlanmıştı; Dünya ve Fitaş’ın bulunduğu yerde, karşıdan karşıya ‘ABD’nin Savaş Makinası NATO’ya Hayır’ yazılı bir pankart asılacaktı. O sırada ben bir aracın üzerine çıkarak konuşma yapacaktım. Devrim andı ile dağılacaktık. 12 Eylül olmamıştı ama İstanbul’da sıkıyönetim vardı. Yani yaptığımız iş son derece tehlikeliydi. Beni koruyan üç kişilik özel bir ekip vardı. Eylem bitince biz sinemaların bulunduğu pasaja girecektik, ben üzerimdeki ceketi değiştirerek sinemaya girecektim. Plana uygun davrandık, her şey kolay oldu. Ama filmin ortasında içeri daldığımız sinemada sıkı bir seks filmi oynuyordu. Işıklar yanınca biz sert devrimcilerin suratını görmeliydiniz.

İstanbul’daki sinema serüvenimin en güzel dönemi ise 12 Eylül darbesinden sonraya rastlar. Askeri cunta, derneklerimizi kapatmıştı, biz de yeraltına çekilmiştik. Böylece boş zamanım artmıştı. İşte o günlerde sık sık sinemaya gitmeye başladım. Çünkü komşular, beni yeni mezun olmuş bir avukat zannediyorlardı. Sabah evden işe diye çıkıyordum, akşam dönüyordum. Gün içinde bir ya da iki kişiyle örgüt görüşmesi oluyordu. Dikkat çekmemek için eve erken dönmemem gerekiyordu. En iyi yöntem sinemaya gitmekti.

SOSYALİZM FENA HALDE EMEK SİNEMASI’NA BENZER

Bugün kapanmış olan, eski Emek Sineması’nın o muhteşem salonunda sayısız film izledim. Bir defasında bana “Sosyalizm nasıl bir sistemdir” diye sormuşlardı. “Ben de Emek Sineması gibi” demiştim. Hem güzel hem nitelikli hem gösterişli hem de herkese açık. O dönem sıklıkla gittiğim ancak ne yazık ki artık bugün kapalı olan Lale Sineması, Alkazar Sineması, Saray Sineması’nda da az vakit geçirmedim.

1996 yılından bir kare; Yeşilçam Sokağı’ndaki Emek Sineması
Bugün Grand Pera’da açılan salon, Emek Sineması adıyla anılıyor.
Fotoğraf: Sebati Karakurt

Daha sonraları ise Film Festivali ile hiç gitmediğim sinemaların koltuklarını da eskitme fırsatı bulmuştum. Festival günlerinde Atlas, Lale, Alkazar, Saray, Sine Pop, Emek ve Kadıköy Rexx gibi sinemaların gişelerini açmalarını sabırsızlıkla bekler, bilet bulma yarışına girerdik.

HANNIBAL LECTER NE İŞTAH BIRAKTI, NE AFİYET

Elbette sadece festivalde değil, normal zamanlarda da en sık ziyaret ettiğim yerlerin ilk sıralarında bu sinemalar yer alırdı. Kızım Gül sekiz yaşındayken Rexx Sineması’na götürmüştüm. ‘Indiana Jones, Kutsal Hazine Avcıları’ oynuyordu. Bayılmıştı, bugün bile torunum Rüzgar’a anlatır, güleriz. Yine Rexx Sineması’nda, festival sırasında, Pasolini’nin ‘Salo ya da Sodom’un 120 Günü’ adlı başyapıtını izlerken yanımdaki arkadaşımın dayanamayarak sinemayı terk ettiğine tanık olmuştum. David Fincher’in en iyi filmi olduğunu düşündüğüm ‘Seven’ı ise Atlas Sineması’nda izlemiştim. Emek Sineması’na ‘Kuzuların Sessizliği’ni izlemeye gittiğimizde, geç kaldığımız için elimizde sosisli sandviç paketleriyle girmiştik. Güya karnımızı doyuracaktık ama sağ olsun Hannibal Lecter, ne iştah bırakmıştı, ne afiyet. 1996 yılında ‘Sis ve Gece’ romanım yayımlandığında bir tanıtım filmi çekmiştik. Fragman olarak sinemalarda gösterilecekti, sağ olsunlar Alkazar Sineması’nın yöneticileri, seans öncesi özel gösterim yapmışlardı.

Düşündükçe aklıma arka arkaya anılar gelmeye devam ediyor. Hepsini bu sayfalara sığdırabileceğimden emin eğilim. Sadece benim değil, bu şehirde yaşayan herkesin çocukluğundan, gençliğinden, yaşlılığından anılarla doludur bahsi geçen sinemalar. Birer birer eksilmeleri hem bizim hem kentin hafızası için büyük kayıp.

İstanbul Life dergisinin evinize gelmesini istiyorsanız: https://dergiburda.com/product/detail/istanbul-life 

RELATED ARTICLES

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Populer Yazılar