Bahara dair bu yazıyı yazmaya niyetlendiğimde aklıma Ahmet Arif ve ‘İçerde’ şiiri geldi. Hani şu mapus damının duvarına bakarak kaleme aldığı söylenen şiir, bilirsiniz.
Yazı: Vedat Ozan
Bahar deyince zaten neredeyse her zaman, gençlik yıllarımın parkalı-türkülü anılarından sebep olsa gerek, ilk o beliriyor zihnimde. Yeşil soğana bile hasret kalınması, duvara konuşulması, çok içimi yakardı; ama itiraf edeyim, sigaranın karanfil kokmasını bir türlü anlamlandıramamıştım. “Acaba” diye düşünmüştüm, “şu karanfil aromalı Endonezya malı sigaraları özlemiş olabilir mi Harbiye Cezaevi’nde?”
Bu yazıya da niyetlendiğimde gene o şiir, haydi itiraf edeyim, şiirle beraber Rahmi Saltuk’un sesi yankılanmaya başladı kulaklarımda. Zaten cemreler de düştüğüne göre tarih olarak da belki gerçekten –ve dolaysız anlamıyla– dağlarına bahar gelmişti memleketimin, ama henüz ovaya ve kente inememişti. Nisan ile beraber, yani siz bu yazıyı okurken o da olacak muhtemelen.
Bahar dediğin nedir ki?
İki baharımız var Türkçede ve kıştan sonra yazdan önce gelene de ‘ilk’ sıfatını uygun görmüşüz. Farklı coğrafya ve kültürlerde, bu ‘ilk’ ve ‘son’ olma hali bizdeki gibi isimlere yansımayabiliyor. Daha doğrusu bir öncelik sıralaması yapılmadan farklı bağlamlar altında isimlendirilebiliyorlar, mesela ‘ıslak’ ve ‘kuru’ mevsimler gibi. Değişen hava koşullarından etkilenmeyi minimuma indirmiş, su depolama ve aktarım teknikleri ile kuruluk kavramını gündelik hayatın dışında bırakan şanslı ve geniş bir insan nüfusu için ‘yaş’ veya ‘kuru’ diye isimlendirme yapmak anlamsız kalabiliyor, umarım tekrar anlam kazanacağı günleri de görmeyiz.
Her ne kadar zaman dilimini isimlendirmekte ıslaklıkla bağ kurmuyor olsak da bahar ve ıslak ile ilgili bir olgu daha var hayatımızın içinde. Malum, doğanın değişiminin duyular açısından da gözlenebilir özellikleri var. Yaprakların renk değişimi, kuşların ve diğer uçucuların ortama aktardıkları sesler ve tabii ki çevremizin değişen kokusu. Kokunun altını çizmek gereğini hissediyorum, zira içeriden çok dışarıda zaman geçirmeye meylettiğimiz, dolayısıyla açıkhavada daha fazla koklama yaptığımız zamanlar bahar ayları.
“İstanbul’da neredeyse yeşil alan bırakmamış, hepsini gri betonlara boğmuşuz. Betona yağan yağmurdan da ne koku çıkıyor, ne de hayır geliyor.”
‘Yağmur sonrası toprak kokusu’
Çevremizdeki koku değişimine sadece yeni açmaya başlayan çiçekler veya yeşile dönen yapraklar, mesela mayıs ayı ile eş tutulan gül değil, aynı zamanda baharın ayrılmaz bir parçası olarak yağmurla birleşen toprak da sebep oluyor. Kokuları tanımlamakta zorlandığımız anlarda diğer duyulardan ödünç aldığımız ‘tatlı’, ‘acı’, ‘sivri’ gibi kelimeler, onların da yetersiz kaldığı durumlarda benzetmeler yaparak işi idare etmeye çalıştığımız malumunuzdur. İşte o benzetmelerin en çok kullanılanlarından biri, ‘yağmur sonrası toprak kokusu’ oluyor. Gerçekten de bariz bir koku bu ve yağmur diner dinmez ortalığa yayılıveriyor. Hoşumuza da gidiyor doğanın içinde duyumsadığımızda, hani kollarını açıp göğe dönmek ister ya insan bazen, işte tam öyle duyguların, coşkuların sebebi oluveriyor.
Ne var ki gene de muallakta kalıyoruz, giden yağmurun peşinden yetişmeye çalışan bir koku mu, yani yağmurdan mı geldi, yoksa toprağı vurmuş damlaların oradan açığa çıkardıkları bir koku mudur, yani topraktan mı yükseliyor, anlayamıyoruz, anlamlandıramıyoruz.
Bu olgunun Batı dillerinde tek kelimelik bir ismi var: Petrikor. Kelimenin açılımına baktığımızda antik Yunanca iki kelimenin birleşmesi ile oluştuğunu görüyoruz. Ürdün’de kayalara oyulmuş Perta kenti veya asıl ismi Simon olup Hz. İsa tarafından üzerine kilise (papalık) bina edilecek sağlamlıkta ve güvenilirlikte görüldüğü için Aziz Petrus ismini alan havariden bilebileceğiniz üzere, petra, ‘kaya’ demek. İkor ise tanrıların damarlarında dolaşan, damarlarında akan sıvı anlamına geliyor. ‘Kayanın tanrısal kanı’ veya ‘toprağın kanı’ diyebiliriz.
Dünyaca ünlü hakemli dergi Nature’da 1964’te yayımlanan bir makalede tartışılmaya başlanıyor bu kavram. Isabel Bear ve Dick Thomas isimli iki Avustralyalı araştırmacı, makalelerinde, tohumlama ve bitkilerin erken büyümesini tartışırken kokunun kaynağına da değiniyor ve olgunun isimlendirmesini de yapmış oluyorlar. Hoş, ondan yıllarca önce, 1800’lü yılların sonunda Fransa’da ve ABD’de de bazı bilimsel dergilerde benzer tartışmaların yapıldığını, ancak ne isimlendirmenin ne de kokunun kökenine dair bugünkü bilgimize temel olacak verilerin bu tartışmalarda ortaya çıkabildiğini söylememiz mümkün. Gene de kokunun hafif sedire benzer profil tarifi, hatta bromo-cedren olarak tanımlanması ile bu kulvardaki bilgi yolculuğunun, en azından doğru soruların sorulmasının, ta o zamanlarda başladığını söyleyebiliriz.
Petrikor, soyut biri isimlendirme. Somut bir maddeyi değil bir duyumsamayı tarif ediyor. Olayın somut yanına baktığımızda ise yere düşen yağmurla beraber topraktan bazı mikro organizmalarla beraber açığa salınan uçucu moleküllerin ‘yağmur sonrası toprak kokusu’ olarak tanımlanan kokunun önemli bileşenleri arasında yer aldığını görüyoruz. Bunların arasında en önemlisi ise geosmin isimli molekül. Geo, biliyorsunuz, Yunanca’da ‘toprak’ demek, osme ise ‘koku’. Molekülün ismi bile kokunun neye benzediğinin tarifini yapıyor.
“Yağmur ne kadar hafifse, bir ‘bahar yağmuru’ gibi yağarsa koku da o kadar fazla yayılıyor.”
Betona yağan yağmur…
Geosmin, bir cins bakteri (aktinomiset) tarafından salgılanıyor. Üretim sebebi ise kendileri ile ‘sıçrar kuyruklu’ tabir edilen canlılar arasındaki karşılıklı çıkar ilişkisi bağlamında kurulan kimyasal bir iletişim. Karşılıklı çıkardan kastım ise şu: Bir taraf yiyor, diğer taraf da yeniliyor, fakat başka coğrafyalarda genetik sürekliliği sağlayabilecek sporların taşınacağı bir hamal bulmuş oluyor. Bu karmakarışık karın doyurma-üreme ilişkisinden biz insanlara düşen de havada bir müddet asılı kalan koku oluyor.
Petrikor’un yani ‘yağmur sonrası toprak kokusu’nun ana bileşeni olan Geosmin’i algılama eşiğimiz çok düşük. Bir başka deyişle, oldukça duyarlıyız bu uçucu moleküle karşı. Bir trilyon birim içinde beş birim dahi mevcut olsa, hemen duyumsayabiliyor, algılayabiliyoruz. Unutmadan şunu da ilave etmeliyim ki yağmur ne kadar hafifse, yani ne kadar kış yağmurundan uzak bir ‘bahar yağmuru’ gibi yağarsa, koku da o kadar fazla yayılıyor. Kokusunu sevmemizin sebebini ise yağmurla beraber su müjdesi alan atalarımızın duyduğu mutluluk ve sevinci yansıtmasına bağlayan, dolayısıyla evrimsel bir kalıtım olduğunu öne süren biliminsanları var.
Ben çevremde sevmeyenini görmedim hiç. Hoş, sevmek için duyumsayabilmek lazım. Oysa biliyoruz ki bu kokunun oluşabilmesi için iki ögenin bir araya gelmesi şart: toprak ve yağmur. Yağmur gökten geliyor, oraya elimizi pek uzatamamışız, ama toprak öyle mi?
Hele ki İstanbul’da neredeyse yeşil alan bırakmamış, hepsini gri betonlara boğmuşuz. Betona yağan yağmurdan da ne koku çıkıyor, ne de hayır geliyor.