Karizmatik, sahnede duruşu sıkı, rengârenk, gösterişli ve sağlam. Yumruğu havada.
Sosyal medyada bir tık atarlı ve müziğinin arkasında. Yurtdışında adını duyurdu, Japonya’da bile üç konser verdi. Kendisini, 2009’da kurduğu ‘Seni Görmem İmkansız’ adlı grubuyla tanıdığımda bu kadar büyük bir isme dönüşeceğini düşünmemiştim. Hele ki punk efsanesi Iggy Pop’un BBC’deki radyo programında iki şarkısının çalacağını hiç tahmin edemezdim. Fotoğrafları gitarist Ali Güçlü Şimşek nam-ı diğer Ali Gucci’ye emanet ettik ve kapsamlı bir söyleşiye oturduk. BARIŞ AKPOLAT
Klasik sorudan başlıyorum. Karantina nasıl geçti? Ürettin mi? Yattın mı?
Konserler, turneler ve çok sevdiğim birkaç eş dostla görüşmek dışında hayatımın bir tür ‘karantina’ olduğunu anladığım bir süreçti. Evde kitaplar, müzikler, enstrümanlarımla bir ömür yaşayabilirmişim demek ki, bunu tekrar anladım. Geçen yıl 100 konser çalmışız, bu zamana kadar hiç böylesine sert bir turne yaşamamıştım. Yer yer sıkıcı, yer yer muazzam ama çok uzun… Dolayısıyla turne biter bitmez 2020 için verdiğim karar gerçekten de evde oturmak, mümkünse tatil yapıp dinlenmek, uzun uzun ‘durmak’ ve gönlümden geçerse de yazıp çizip, yeni müzikler üretip biraz çalışmaktı. 2020’nin başında “Bir şey olsun da
evde oturabilelim” diyordum hatta. Biz evde otururken birileri dışarıda eğlenecek bu sefer de aklımız orada kalacak diye düşünüp gülüyorduk aramızda.
Keşke bu kadar içten istemeseydin bunu.
Lanetledik dünyayı resmen. Aslında eve kapalı olduğum bu süreçten ben memnundum. Tabii ki deli saçması gibi duyulmasını istemem. Bu kadar büyük ve acı bir süreçten geçmeden, insanların öldüğü bu kadar tuhaf bir şey başımıza gelmeden tüm dünyanın bir durup durulmaya ihtiyacı vardı bence. Evinde takılıp dinlenmeye. Ekonomik olarak bu kadar
sıkıntı yaratmasa bir nebze rahatlık verebilirdi aslında bu süreç. Ama elbette kapitalizm buna da izin vermiyor. Geçen yıl “2019 çok zor geçti 2020 abini de yolla” gibilerinden bir tweet atmıştım. 2020’de keşke bu kadar iddialı yazmasaydım deyince biraz tepki yedim
açıkçası. Büyük konuşmuşuz galiba.Her yılbaşında yeni yıla methiyeler düzülür, 2020 için de şöyle güzel geçecek, böyle harika olacak filan… Olaylar pek böyle gelişmiyor. Zaten zaman ve yıl mevhumu yeterince soyut bir kavram.
Dünya ve atomlar “hadi yeni bir yıla geçiyoruz, harika olalım” demediği gibi aynı
vasatlığında ve olduğu haliyle devam ediyor her şey. Belki biraz fazla karamsar bir taraftan
bakıyorum ama bana sanki bir daha hiçbir şey yolunda gitmeyecekmiş, her yeni
yıl bir öncekini aratacakmış gibi geliyor. Ne beklediğimize ve hayatı nereye konumladığına bağlı değişir bu. Ben hiçbir zaman böyle kötümser olmadım. Çocukken de hayatın hiçbir zaman öyle gül bahçeleri vadetmediğini düşünürdüm. Kronik bir mutsuz falan olduğumdan değil. Hatta beklentiyi düşük tuttuğun için hayattan daha da fazla keyif almaya başlıyorsun. Acıyla neşenin yan yana durduğu, senin bakış açınla şekillendiği, bir taraftan bombok bir taraftan da güzel bir deneyim bu. 1990’lı yıllardaki bir sürü janranın var olduğu, dijitalin hayatımızı bu kadar ele geçirmediği, hayatımızdaki tek dijital şeyin Amiga, Commodore bilgisayarlarımızın ve walkmen’lerimizin olduğu bir dünyadan geliyoruz. Anne ve babalarımız daha analog kafadaydı ama bilgisayarları da görüp alıştılar. Biz her ikisine de hakimiz. Ve evet açıkçası seçim şansım olsaydı kesinlikle o dönemi tercih ederim; Artık bizi şu anda mutsuz etmeye şartlanmış bir dünya düzeni var. Bir yerde “Böyle bir dünyada insanın mutlu olması veya kendinden nefret etmemesi en büyük devrimdir” gibi bir cümle okumuştum. Öyle bir düzen kurmuşlar ki insanlar kendinden nefret ettiklerinde onlar para kazanıyor. Estetiğinden falına, saç ektirmesine kadar. Ben bir şekilde kendi yolunu, mutluluğunu bulan, hayattan belli başlı şeyler bekleyen, “Rock N’ Roll bir müzik değil
tavırdır” yaklaşımını benimsemiş, hiçbir zaman o ataerkil düzene uyum sağlamak zorunda hissetmeyen biri oldum, bunun için mücadele ettim. Gerekirse bedelini öderim ve onu yapmamayı tercih ederim. Hayat bir şekilde akıyor. Sevdiğimiz dostlarımız, muhabbetimiz, müziğimiz olduğu sürece de ben, bu fena değilmiş gibi hissediyorum. Ama bu düzen bizi
boğmaya devam ediyor.
COĞRAFYA KADER MİDİR?
Yakın zamanda yayımlayacağın yeni şarkın var. Biraz detay verir misin?
20-30 tane yeni altyapı yaptım. Şarkı yapma stilim genelde bir formüle dayalı değil. Bazen Ableton’da altyapılar hazırlıyorum. Önceden yazdığım bazı sözler üstüne oturuyor bazen de yeni sözler yazıyorum bu altyapılara. Bu yeni şarkıların içinden bir üçlü seçtim. Biri şimdiye kadar hiç yapmadığım dozda gitarlı. Bir tık Black Sabbath hisleri taşıyan ama bir taraftan Anadolu coğrafyasının kodlarını da çeren bir şarkı. Diğeri Anadolu hislerinin yanında surf rock havası taşıyor, bende bir yolculuk hissi yaratan bir parça bu. Üçüncüsü ise biraz acısı bol bir şarkı. Bu arada belirtmeliyim ki şimdiye kadar hep co-prodüktör oldum ama bu
EP’de bütün prodüksüyonu ele aldım. İlk kez bunu denemek istedim. Tüm partisyonları, gitar melodilerini, basları, davulları yazdım. Neler olacak birlikte izleyeceğiz. Bu ay çıkmış olur.
“İstikrarlı Hayal Hakikattir” kariyerin için önemli bir albüm. Yurtdışında da ciddi bir başarı sahibi oldu. Bu aslında senin istikrarlı hayalindi. Hakikate ne derece ulaştığını düşünüyorsun?
Çocukken hayalini kurduğum şey büyüyünce resim ve müzik yapıp dünyayı dolaşmaktı. Bu açıdan baktığımda bu hayale çok yaklaştım hatta bu hayali yaşadığımı söyleyebilirim. Hele ki Türkiye’den bir müzisyen olarak bu coğrafyanın müziğini yapıp bunu tanıtma fırsatı yakalamış olmak beni ziyadesiyle mutlu ediyor. Bir yandan 18’inde Iggy Pop’u
izlemiş, ona hayran biri olarak ve hiçbir ekstra çaba harcamadan onun radarına
girebilmiş olmak bile başlı başına mutluluk kaynağı. Üstüne çok tartışma dönen şu “coğrafya kaderdir” hikâyesi de tam burada yanmalı yine. Türkiye’den çıktığın için seni Ortadoğulu ve tırnak içinde ‘egzotik’ olarak kodlayarak belli bir mesafede duran Avrupa ve Amerikalıların dinleyip bağ kurabilmesi, plaklarının arasına katabilmesi çok kıymetli.
Yaşadığım çağın acılarını, politik yansımasını müziğime bir şekilde işleyebiliyor olmak ve bunun zamanına dair de bir kayıt da tutuyor olmak önemli. Çocukken hayalini kurduğum şey bu kadar kompleks olmasa da müzik yapıp her şeyi bunun üzerine kurmaktı. Bir de üzerine bunlar gelince muazzam oldu.
Iggy Pop seni BBC’deki radyo programında çaldı. Benim başıma böyle bir şey gelse alnıma dövmesini yaptırıp, hayatım boyunca öyle gezerim. Sen ne hissettin?
Çıldırdım. İnanamadım. Çok sevindim, Kafayı yedim. Heyecandan yatağa attım
kendimi. O sırada turnedeydik. Bir gece kalmak üzere Hollanda’da bir havalimanının oteline girdik. Odaya girdiğimizde Twitter’ı açtım ve birinin “Iggy Pop Gaye Su Akyol’u çaldı” gibi bir tweetini gördüm. Üstüne Youtube’a biri “I came from Iggy Pop / Iggy Pop’tan geldim” diye bir yorum yazmış. “Neler oluyor lan” diye coştum. Sonra BBC programını ve yaptığı o anonsu buldum. İsmimi Iggy Pop’un ağzından duyduğumda heyecandan yatağa kapaklandığımı hatırlıyorum. Önce ‘Şahmeran’ı iki hafta sonra da ‘Laziko’yı çaldı. The Stooges ve Iggy Pop’a 14-15 yaşından beri hayranım. Roll dergisinde karşıma çıktığında iştahla okurdum. Rock N’ Coke’da adam çalarken solda en öndeydim. Yaşım 18. Herif sahneden inip yanıma gelip elimi tutmuştu. Hani şu herkesi sahneye davet ettiği, topluca
sahnede dans edilen konser.
Ve hatta sahneden atladığı (Stage Dive) ve kimsenin tutmadığı konser. Adam çok bozulmuştu…
Evet evet o.
İstikrarlı hayal buymuş resmen. Kıyafetinden müziğine kadar yıllardır üstünde çok çalıştığın bir tarzın var. İstikrar ve inadını neye borçluyuz?
Daha dün, bilgeliğin eski bir sözlükte geçen hoş bir tanımını paylaştım. “Bilgelik: En iyi amaçların ve en iyi araçların bilgisi. Bilge insanlar arzulanan sonuçlara çıkacak en doğru yolları bilmekle kalmıyorlar ve aynı zamanda neyi arzulamak hedeflemek en doğrusuysa onu da biliyorlar.” Çok tartışmaya açık bir cümle bir yandan. En doğrusu kime göre en doğru? E bana göre en doğrusu tabii ki. Etkilendiğim, sevdiğim ve yanında durmayı sevdiğim şeylerin peşinden gitmeyi seviyorum. Fikrim değişecek olsa dahi o yoldan
çıkmak benim için sorun değil. Önemli olan bir şeyin ardından uzunca bir süre
gidebilmek ya…
Sebat etmek yani…
Evet, ama o sebat edeceğin şeyi de kendin seçebilme özgürlüğü önemli. Kendi
değer yargılarını ortaya koyup konuşturmak veya değer verdiğin şeyler üzerinden bir dünya yaratmak. Ben çocukken biraz yalnız bir çocukmuşum aslında.
Abim vardı evet ama aşırı sosyalleşen biri olmadım hiç. Evde kendi oyunlarımı yaratan bir tiptim. O yüzden neye değer verdiğimi veya beni neyin mutlu ettiğini öğrendim. Hep müzik yapmayı, söylemeyi, ritim çalmayı seven bir çocuktum. Yaş ilerledikçe bunda hiçbir değişiklik olmadığını gördüm. Şanslıyım ki değer verdiğim şeyler değişmedi. Bir noktada
değişebilirdi. Demek ki hala benim için kıymetliler. Ve ben onlara kıymet verdiğim sürede de hayatımda olmaya devam edecekler. Bedelini ödemeye de hep hazırdım. Parasız da kaldığım oldu. Kadın da olsan erkek de olsan toplumun senden beklentileri var. Onları umursamadan da bedel ödemek önemli. Ne istiyorsan onu yapmak önemli. Her şeyin bir bedeli var ve o karşılığı verdiğin, bunun arkasında durduğun sürece sana koymuyor. Sevmediğin bir işe gitmenin de bir bedeli var ama sevmiyorsan koyuyor sana.
POPÜLER KÜLTÜRÜ DEĞİŞTİREBİLEN BİR GÜCE DÖNÜŞMEK GÜZEL
Hayalin bir tık hakikate dönüştüğü için bu biraz rahatlık da veriyordur diye düşünüyorum. Bundan bir beş yıl önceki Gaye kadar zorlanmıyorsundur.
Her dönemin kendine has bir zorluğu vardır mutlaka. Üç albüm çıkardıktan
sonra da “bakalım bundan sonra ne olacak” sorusu geliyor. Her etabın bir zorluğu var ama bu müzik benim çok eskiden beri kafamda duyduğum müzikti. O zaman da inandığım müzik buydu, şu anda da rahatım. Endişeyle yola çıkınca su katılmış bir yemek veya tadı kaçmış bir partiye dönüyor iş. Sen yaparsın, isteyen sever isteyen sevmez. Yeterince sana ait ve orijinalse, anlatacağı hikayesi, söyleyeceği derdi varsa, iddia ettiği ile vadettiği şey arasında bir bağ kuruyorsa bir şekilde birilerinin radarına girer diye düşünüyorum. Zaten popüler kültürle bu anlamda alıp veremediğim bir şey olmadığı gibi umrumda da değil. Onu değiştirebilen bir güce dönüşmek tabii ki güzel. 1950’lerde Amerika’da 1960’larda İngiltere’de de bu hep böyle olmuştur. Alt kültürden birileri popüler kültüre kadar ulaşacak bir şeyler üretir ve popüler kültür de bunu taklit ederek ardından ona dönüşmeye başlar. Bu büyük bir güç. Punkların, rock’n roll’un, cazın, grunge’ın yaptığı şey buydu. Garajında müzik yapan insanların ufak şirketlerden yayımlanan müziklerine karşı popüler kültür “Burada müthiş bir şey var” diyerek onu taklit etti ve yükseldi. Saykodelik Türkçe/Anadolu Rock müzikte yaşanan şey de tam olarak bu oldu. Politik, sosyal olarak bence bu müzik son
yüzyılda bu coğrafyadan çıkmış orijinal şeylerden biri. Hem dönemin sosyal
kodlarını hem de bir takım eski müziklerin kodlarını barındırıyor. O dönemin
acılarını anlatırken bir yandan halk müziği dokuları var, üstelik kendi kendine
doğmuş bir tür. Bu yüzden Amerika ve Avrupa’da insanlar ilk duyduğunda şaşırıp ilgi gösterdi ve yine bu yüzden Türkiye’de insanların başta çok şaşırması, bazılarının önce nefret etmesi ya da hemen kabul edivermesi çok doğaldı. Bunlar da hep olacak çünkü yeni bir şey vadettiğin anda birileri ondan tiksinir hele ki ona çocukluğundan veya memleketin sevmediği bir döneminden hatırlattıkları varsa. Bunları da çok doğal buluyorum.
Senin yaptığın müziğin herkes tarafından kabul görmesi bana biraz garip gelirdi zaten.
Bunu hayattan beklemek zaten saçma olacağı gibi sanattan da pek bir şey anlamıyor olmak gerek. Bir insan, bir yapıtla uzlaşamıyor olabilir, her şeyle uzlaşılmamalı da zaten. Herkesi memnun etmeye çalışmak çok arızalı bir durum. Bunu belki ifade ederken şuna dikkat etmek gerekir. Türkiye’de son 20 yılda kendini sadece beğenmedikleri üzerinden ifade
eden bir kültür oluştu. Bu da bana biraz sakat geliyor açıkçası. Birileri sevmediği
her şeyi sıralayabilirken sevdiği şeylerle ilgili söyleyebilecek hiçbir şeyi yok. Ben bir şeyi sevmiyorsam oturup onun hakkında uzun uzun bir şeyler yazmaya
üşenirim açıkçası. Hadi sen müzik yazarısın sevmediklerini de yazıyorsun, işin bu. Ben neden sevmediğim bir şeye vakit ayırayım ki? Sıkılırım. Seviyorsam mesai
ayırırım.
Çok fazla eleştirildiğini düşündüğün oluyor mu?
Ataerkil bir toplumda özellikle kadınlara, LGBTİ bireylere, bir şeyler üretenlere ya
da bu yolun yolcusu olmayanlara ki buna sakalından saçına dinlediğin müziğe kadar sen de dahilsin, dünyayı kurtarsa ertesi gün “iyi kurtaramadı” diye yazarlar. Herkesi memnun etmek zaten mümkün değilken bunları kafaya takmak da olabilecek en yanlış şey. 20’lerimin başında olsaydım kafaya takılıp üzülebilirdim belki ama bu yaşta pek umurumda değil.
Sosyal medyadaki duruşunu nasıl buluyorsun? Sinirini kontrol edemediğini düşünüyor musun hiç?
Orada da yine bu halimle varım. Bazen belki çok mesai harcıyorum, kasti kötülüğe tahammülüm olmadığı için bazen cevap verme gafletinde bulunuyorum.
Hiçbir anlamı yok aslında. Sosyal medyadaki personam komik bazen de saçma,
üstüne pek düşünmediğim, umursamadığım kendim gibi davrandığım bir yer.
Belki biraz daha az görünür olabilirim. Ama oradan 3-5 kişiye bile anlattıklarım ulaşsa bana iyi gelir. Roll dergisindeki röportajlar aklıma geliyor. O isimlerin röportaj vermesi ne kadar değerliymiş. Ben o isimlerin röportajlarını okuyarak ben oldum, şimdi röportaj verme motivasyonum da bu. Kendimi anlatmayı sevmiyorum ama birkaç kişi bile yalnız
olmadığını anlar veya birileri bir şey öğrenirse ne mutlu. Aslında sosyal medya
da böyle bir şey. Belki paylaştığım bir kitabı okuyacak veya müziği dinleyecek ve daha yaşanabilir bir hayatın varlığına ikna olacak o insan.
SÖYLEŞİ: BARIŞ AKPOLAT
FOTOĞRAF: ALİ GÜÇLÜ ŞİMŞEK