İSTANBULLULARA HEM YAKIN HEM DE ÇOK TANIMADIĞI BİR AKRABASI GİBİ UZAK DURAN BURGAZADA’YI, ADALI EDEBİYATÇI SEMA KAYGUSUZ’DAN DİNLEDİK.
Sema Kaygusuz’un her anlattığını gözlerini aça aça dinliyor ve her kitabını altını çize çize okuyor insan. Sanki o zaman kulaklarınız daha iyi duyuyor ve yazdığı her kelimeyi daha iyi anlıyorsunuz. Burgazada’daki evinde edebiyatını, adanın florasını, son kitabı ‘Aramızdaki Ağaç’ı, adanın acımasızlığının yanı sıra şefkatini, gitmeyi sevdiği mekanlarını ve Marta Koyu’nu konuştuk.
Ada ile ilk randevunu hatırlıyor musun?
Beş yıl önce arkadaşlarım Marta Koyu’nun oradaki evlerine yemeğe çağırmışlardı. Ertesi gün sabah uyandım, şehre indim ve ilk kurduğum cümle “Ben Burgazada’da yaşayacağım, üreteceğim ve okuyacağım” oldu.
Herkes adada yaşayabilir mi? Buraya taşınmak isteyenler için bir tavsiyen var mı?
Önce bir denemek lazım. Ben de önce 3-4 aylık bir ev tuttum ve çok güzel zaman geçirdim. Burada yaşayacaksan bir çalışma planın olmalı, yoksa ada seni çeker alır. Akşama kadar denize bakar, içkini içer, sarhoş olur ve bütün günü bitirirsin. Eğer kendini disipline etmezsen, ada seni kendi kuşu, ağacı, kedisi gibi miskin ve kalbi atan bir organizmaya dönüştürür. Burası sürprizleri olan bir yer. Bir lodos patlar; üç gün gidemezsin işine. Lacivert bir göğe pişmanlık duymadan bakacağın bir kafa yapın olması gerek. Bu arada fazla romantize etmeyeyim; ada yaşantısında insan ilişkilerine fazladan dikkat etmen gerekiyor. Hem muhtaçlığı, hem de kıyıcı ilişkileri ve kötülüğü saf hali ile görebiliyorsun. Bir yandan da burada sokak kavgası , ağız dalaşı asla olmaz. Bu büyük bir utanç kaynağıdır. Küçük gruplarda toplumsal yasalar daha baskın.
Atladığım isim var mı bilmiyorum; Sait Faik’ten sonra Burgazada’ya yerleşen ikinci öykücüsün…
Aa sen böyle söyleyince tüylerim diken diken oldu şimdi. Vardır herhalde, hiç böyle düşünmemiştim doğrusunu istersen (gülüyor).
Sait Faik “Çiçek ve balık adlarını bilmeyen hikaye yazamaz” der. Misal ‘Dülger Balığının Ölümü’ öyküsünde de bu iddiasını örnekler. Senin aran nasıl doğa ile?
Benim her zaman doğa ile içli dışlı, yakın ve kardeşçe bir ilişkim oldu. Doğduğumda babaannem incir ağacı dikmiş, bir ağaçla beraber büyüdüm ben. Öyle birisi olduğun için adada yaşamak istiyorsun zaten. Buranın kendi ekosistemi var. Köpekler mesela; hepsinin birer mahallesi var, çevresi, huyu suyu var. Balıklar da öyle. Aşağı yukarı bilebildiğim kadarının ismini biliyorum.
“İNSAN, YAŞADIĞI YERE KENDİ BİTKİSİNİ, MEYVESİNİ SEBZESİNİ TAŞIYAN BİR HAYVAN TÜRÜ.”
Burgazada doğası sana ne öğretti?
İlk kez burada gördüğüm bir meyve var; koca yemiş. Ekim ayında çıkıyor; kırmızı, dikenli ve top şeklinde. Muazzam bir meyve ve satılamaz. Benim için en ilginci; İngilizlerin aslında önceden bir ilaç olarak ürettiği, sonra da içki çeşidi olan cin bitkisi var burada ve atlar çok seviyor. İsmi de katran ardıcı. Isabella diye bir üzüm var, o üzüm ancak Karadeniz’de olur. Onu bir Karadenizlinin diktiğini tahmin ediyorsun. Hani biz insanı çok yıkıcı, talan eden bir şey olarak tanımlıyoruz ya, aslında yaşadığı yere kendi bitkisini, meyvesini sebzesini taşıyan bir hayvan türü bu.
Özelleştirme kapsamında kiraya verilen Marta Koyu ile ilgili son durum nedir?
Marta Koyu aslında Rum ekalliyetinin malı. Nasıl oluyorsa Silahtarağa Vakfı ile değiş tokuş ediliyor, birden bire onların oluyor ve 15 bin liraya birisine kiralıyor. Kiralamak demek etrafının tellerle çevrilmesi demek. Marta Koyu’na gelip oraya havlusunu atan, denize giren insanı alıp, bir şezlonga 50 lira verecek müşteri istiyorsun. Bizler müşteri değiliz ki. Bir şeyin ıssız kalmasına tahammül edemeyen, her şeyi işletmeye çeviren bir kafa bu. Marta Koyu Dayanışması, kooperatif kurup bu işletmenin belediyeye verilmesini istiyor. Acaba kendi bostanını kurabilir mi buraya insanlar, organik yiyecek yetiştirilir mi, arıcılık yapılabilir mi diye düşünmeye başladılar.
Peki, özelleştirmeden önce neden bu sorular sorulmadı?
Önceden orası zaten bir bahçeydi ve öz yaşamı vardı. Ne zaman ki işgale uğradı, refleks olarak “Sen buraya bir işletme yaparsan, ben de bir kooperatif kurarım” dedikleri bir karşı yanıt olarak düşün.
Ekşi Sözlük’te bir okurun “Çok güzel bir dili var. Acıyı nar kırmızısıyla kana bulaştırır. Siyahı gecenin içinden çekip yalnızlığınızın ortasında parlatır. Dikkat edin” demiş. Ayfer Feriha Nujen de, benzer düzlemdeki gözlemini “Sema Kaygusuz taşkın değil coşkuludur” diye ifade ediyor.
Edebiyat içimizdeki hazdan bile kuşku duyar ve hazzın kaynağındaki tedirginliği, kaygıyı, insanın medetsizliğinin, huzursuzluğunun farkındadır. Benim için edebiyat ne bir teselli mekanizmasıdır ne de ağır ve karanlık bir tapınak. Hayatın kudretinin, en küçük bir taşın bile taş olmak için direndiğinin, rüzgarın rüzgar, insanın insan olmak için arzu içinde çabaladığının farkında olan bir edebiyatı üstlenirim ben. Taşkınlıkta dil seni kullanır ama coşkuda sen dili kullanırsın.
21 öykü seçkisinden oluşan son kitabın ‘Aramızdaki Ağaç’taki metinlere öykü demek tam olarak doğru olur mu bilemiyorum. Babaannenden Pınar Selek’e, Sekine ve Kenan Evren çiftinden Semih ve Nuriye ikilisine kadar uzanan yakın tarih simalarını çevreleyen “memleket hikayeleri” bunlar.
Yazı demek daha doğru. Ben anlatıcı bir karakterim. Dolayısıyla bir deneme bile olsa, bir hikayeyi atom olarak, canlı bir öz olarak yazıya koyunca okurla daha fazla yakınlaştığımı düşünüyorum.
Bu seçkiyi oluştururken yazılar arasında ortak bir nokta olmasına dikkat ettin mi?
25 yılda yazılmış yazılardan oluşan bir seçki bu. Menajerim Yeşim Vesper, 300 kadar yazıyı aldı ve bunların arasından bir tematik seçki yaptı. İktidarla olan ilişkimiz, cinsiyetlendirmek ile olan ilişkimiz, şiddetle olan ilişkimiz üzerinden bir tematik kurdu. Antimiliter, barışçıl ve demokrat… Yazarın ayaklarını vura vura direttiği, kitle kültürünün aslında ne kadar tehlikeli olduğunu, esas kendi bireysel maneviyatlarımızın bizi özgürleştirdiğini direten metinleri seçti. Yeşim bana gökten bir kitap düşürdü. Onun özel bir emeği var, hep teşekkür edeceğim ‘Aramızdaki Ağaç’ için.
Klasik ama okurunun yanıtını gözlediği bir soru; yeni roman, öykü… Tezgahta ne var?
Bir roman üzerinde çalışıyorum ve mağara dönemindeyim. Beş yıl ayırmıştım bu roman için. Bitiremeyebilirim de içime sinmezse…
Konusu nedir?
Müzikle olan ilişkimiz ve müzik felsefesi üzerine.
1953’te Varlık Yayınları (Edebiyatçılarımız Konuşuyor) için yapılan bir röportajda Sait Faik’e sorulan sorunun aynısını sana da sormak isterim; İlk yazılarınızla şimdikiler arasında ne gibi bir ayrılık görüyorsunuz. Edebi telakkileriniz zamanla ne gibi değişikliklere uğradı?
Sait Faik Abasıyanık: Bir münekkidin oturup okuyup uğraşacağı bir konuyu ben nasıl yazayım? Bazıları nerede eski yazdıkların nerede şimdikiler derken eskileri beğendiklerini söylemiş oluyorlar. Ben o fikirde olsam yazı yazmamayı düşünürdüm. Bazıları da şimdikiler ilk yazdıklarından çok iyi, diyorlar. Seviniyorum. Benden bir hüküm beklenmemeli. Kendimize yazmıyoruz, başkalarına yazıyoruz. Biz işimize geleni kabulleniriz.
Sema Kaygusuz: İlk yazılarımda, öykülerimde daha çok bir itiraz ve karşı çıkış var. Daha hırçın ve daha barok; dilin güzelliğine sığınan metinler ve çok daha keskin kırılmaları olan…
O yıllardaki Sema taşkın mıydı yani?
Dilin ilk büyüsü ve amatörlüğü ile taşkınlığı birazcık vardı. Şimdi daha kutlayışa, yaşama yönelik ama teselli etmeden. Her bireyin kendi sorumluluğunu hatırlatarak. Eskiden kahramanlarımı korurdum, şimdi hiçbiri umurumda değil. Onları kendi kaderlerine ve seçimlerine bırakıyorum.
Adalar’ın Ankaralı bir belediye başkanı oldu. Erdem Gül’e “bir adalı” olarak önerilerin var mı?
Burgaz’ın bir işletmeye dönmesine müsaade etmemesi gerekiyor. Buradaki kooperatifçiliği, Marta Koyu aktivizmini desteklemesi ve bunun bir parçası olması gerekiyor. Yoksa bize ne bakacak ağaç ne de konuşacak kuş kalır.
Burgazada bir hikaye olsaydı adı ne olurdu?
Burgaz kelimesi Pyrgos’tan geliyor. Bir yerde hayat varsa, bir kent yaşamı varsa oraya kurulan kule, kemer, yükselti, kale olan yere Burgaz denirmiş. Dolayısıyla ben ‘Gizli Kent’ demeyi tercih ederim. Ama bir site kent. Kendi iç kültürü olan, iç dinamiği olan.
Röportaj: Berna Abik
Fotoğraf: Avşar Gülener