Ana SayfaHASAN BÜLENT KAHRAMANGünahkâr şehre dönüş

Günahkâr şehre dönüş

Yaz biter ve insanlar Ülkü Tamer’in büyük şiirini anımsar “yazın bittiği her yerde söylenir”… Sonbahar gelir, yaz kasabalarına gidenler kente döner. Havalar serinlemiş, ürpermeler başlamış, lezzet kaybolmuştur. Attilâ İlhan’ın unutulmuş bir yazısından alıntılayarak söyleyeyim “leyleğin sırtı üşümüştür”. Gerçekten de bütün duyuşları, duyguları, getirdiği havalarla ‘yazsonu’ başlı başına bir mevsimdir. HASAN BÜLENT KARHRAMAN

Sonbahar gelir, eylül kapıdan görünür, yaz kasabalarına gidenler kente döner. Tıpkı şarkıda söylendiği gibi, gül açmış, bülbül ötmüş, yaz geçmiştir. Her gün biraz daha eksilen insanlarla deniz kıyıları ve kasabaları coşkularını yitirmiştir. Bahçeler sönmek üzeredir. Erken inen akşamlar iç karartır. Havalar serinlemiş, ürpermeler başlamış, lezzet kaybolmuştur. Ahmet Haşim’in dediği gibi her şeyde bir ölgünlük görülür. Bulutlar belirmiş, bulutlar esmerleşmeye başlamıştır. Attilâ İlhan’ın unutulmuş bir yazısından alıntılayarak söyleyeyim:“leyleğin sırtı üşümüştür”.

Yaz biter ve insanlar Ülkü Tamer’in büyük şiirini anımsar “yazın bittiği her yerde söylenir”…

Adalet Ağaoğlu Türkçemize ‘sonbahar’ gibi bir sözcük kazandırmış, onu da romanının başlığı yapmıştı: Yazsonu. Ölümünden sonra hakkında çıkan yazıları okudum. Hemen hepsinde kitabın adı ‘Yaz Sonu’ diye geçiriliyordu. Halbuki, Adalet Hanım ‘yazsonu’nu tek başına bir mevsim gibi düşünmüştü. Gerçekten de bütün duyuşları, duyguları, getirdiği ‘havalar’la ‘yazsonu’ öyledir, başlı başına bir mevsimdir. Bazen uzun bazen kısa yaşanır ama yerli yerinde durur.

 

Büyük heyecanlarla gidilen yaz kıyıları, yerini güzün değişen renklerine ve insanı sarsan duyarlılığına bıraktığında, insanın unuttuğu bir ‘şey’ içinde kımıldamaya başlar: bıktığı, usandığı, kaçarcasına geride bıraktığı kent, yaşadığı, her gün işine gidip geldiği, yaşamını sürdürdüğü, ayakta kalmak için mücadele verdiği kent!

İnsan ansızın hatırlar, sonbahar gelmiştir. Sabahları hafif bir buğu ve pus olur. Öğlen vakitlerinde iyice yatmış güneş gözünü yaz günlerindekinden daha fazla almaktadır. Ve akşamüstleri: Önce gölgelerin uzadığı, sonra arabaların fren lambalarının kırmızı kırmızı yandığı akşamüstleri. Kent orada, yavaş yavaş soluyan bir büyük hayvan gibi durmakta, yorgun, yaşlı ve ağır kımıldamakta, sizi yeniden kucaklamayı beklemektedir.

Kent geri dönmüştür: Kaldırım kafeleri, lokantalar, plazalar, pazarlar, marketler, otoparklar, manavlar, kuru temizlemeciler, fırınlar, kitapçılar, konser salonları, tiyatrolar ve sinemalarla, çöpleri, trafik gürültüsü, egzoz dumanı, kirli havası, bulvardaki ağaçları ve daha binlerce şeyle kent yeniden sahnedeki yerini almıştır. Daima başoyuncudur. Daima başoyuncu olacaktır.

AKŞAMÜSTLERİ DENİZ 

Gençtim, ailemle tatile giderdim. Hiç istemezdim. Şehirde kalmak, yaz gecelerinde ayak seslerimi dinleyerek, çöp bidonlarının, onları karıştıran kedilerin arasından, loş sokakların içinden, bazen kapıların eşiğinde oturup çay içen kapıcıların önünden geçerek yürümek isterdim. Olmazdı. Çaresiz, sabah sabah iç bulandıran mazot kokusuyla kliması olmayan, tepedeki açık penceresinden insanı tokatlayıp serseme çeviren rüzgârın girdiği, çoğu zaman biletlerin ‘çift satılması’ nedeniyle kavgaların çıktığı, geç kalkan otobüslere binerek tatile giderdik. İnsan haklarına aykırı diyeceğim kadar dar koltuklarda kitap okur, uyur uyuyanlara bakar, yolun bitmesini beklerdim.

İnsanlar öyle lokantalarda falan yemek yemezdi. Kadınlar yanlarında getirdikleri ‘kumanyaları’ açar, peynir ekmek, köfte ekmekleri etrafı kokutarak yesinler diye ailelerine dağıtırdı. Galiba tek lüks (!) muavinin elimize döktüğü (tabii, benim almadığım) limon kolonyasıydı. Sonra bu yolculukları gece yapmaya başladım. Bu defa sabahlara kadar kitap okur, daha otobüse bindiğimde arkada bıraktığım, sokaklarına hayallerimi serptiğim kenti, kütüphanelerini, kültür merkezlerini özlerdim.

Yazlıktaki küçücük evimizin arka odasına kapanır, hiç çıkmaz, birbiri ardınca kitapları devirirdim. Akşamüstleri denize girer, bazen yemekte bizimkilerle bir araya gelir ama kimseye bulaşmazdım. Kent gözümde tüter, iner inmez neler yapacağımı planlardım. Nihayet varırdım Ankara’ya. Başlangıçta Ağustos 20 civarında gelirdik. Niye, bilmiyorum, babam öyle isterdi. Muhtemelen bir nedeni vardı. Kent hâlâ akıl almaz bir sıcağın içinde kavrulurdu. Gene de çok mutlu olurdum. Hemen koşar o ayın dergilerini alırdım. (O yıllarda Marmaris’e öyle dergi falan gelmezdi.)

KENT KANIMA İŞLEMİŞ

Nihayet bir yaz kentte kaldım. O 1977 yazını unutamam. Birçok şeyi ilk kez o mevsimde yaşadım. Çok büyük zevk aldım o boş kentten. O zamanlar bomboş, kırlık bir yer olan Oran sırtlarında ‘topoğrafya’ stajı yapıyor, saat 17.00’de işten çıkıyor, yıkanıp temizlenip Hayri Amcalara, Emel Hanım Teyze’nin kurduğu sofralara oturuyordum. Sabahın 2’sine, 3’üne kadar konuştuğumuz olurdu. Karanlık sokaklarda, sıcağın içinde, kendimi evde hissedercesine yürümenin zevkine o yaz varmış olmalıyım.

Derken kendi başıma gittiğim, antik kentlerde dolaşıp kaybolduğum, bazen güneş battıktan sonra beni kaldığım yere götürecek araçları bulup bindiğim ‘yazlıklardan’ bu defa bir başıma geri gelmeye başladım yaşadığım kente. Sabah erkenden otobüsten inerdim. Kent henüz uyanmış, ‘mahmur’ olurdu. Bir defasında zorla şerle yeni yeni kurulan ‘lüks pastaneler’in birini açtırmış, bir baget ekmek alıp eve gelmiş, henüz ışımaya başlamış gerçekten bezgin sonbahar güneşi içinde reçel, tereyağı ve kahveyle ‘Fransız usulü’ kahvaltı etmiştim ki, sonradan itiyat edindim.

Kent kanıma işlemişti. O gün bu gündür bu gerçek değişmedi. Tatile gidiyorum, çok sevdiğim denizin sonsuzluğuna kendimi bırakıyorum,  harıl harıl çalışıyorum ama kent hâlâ içimde ikinci bir nabız gibi atıyor. Nihayet dönüp geliyorum ve eve girince değil, kente girince kendimi evde hissediyorum. Bilmiyorum, belki yaz tatillerini hep başka yerlerde geçirdiğim içindir bu duygu. Belki hep aynı mekâna gitsem farklı hissedişlere sahip olurum ama şurası kesin ki, çok yakın bir zamana değin, motosikletler kaldırımda üstümüze çıkana, tek yönlü sokaklarda arabalar, üstelik de bir an önce kaçıp kurtulayım diye 150 km hızla ters yönden gelene, hatalısınız deyince karşıdaki sopayı kapıp üstünüze yürüyünceye değin kent siteleri ‘gated communities’ bana uzak oldu. Dediğim gibi ancak son zamanlarda düşünmeye başladım gidip bir yere kapanıp bu ‘çılgın kalabalıktan uzak’ kalmayı. Ölünce hep Paris’te Blv. Saint-Germain’de asfalta gömülmek istemişimdir. Kentleri bunca severken dönüşü nasıl özlemem?

TİRYAKİLİKLERİN YERİ KENTTİR

Çok yazdım: hayatı anlamlı hale getiren unsurların en önemlilerinden biri alışkanlıklarımızdır. Kolay kazanılan zor terk edilen alışkanlıklar, hayatımızın ta kendisidir. İnsan alışkanlıklarıyla var. Alışkanlığı olmayan birisini nasıl tasavvur edebileceğimizi bilmiyorum. Zamanla alışkanlıklar birleşip rutinlerimizi, her gün mutaden edip eyledik

lerimizi meydana getirir. Şu her gün yakındığımız, çok sıkıldığımız rutinler gerçekte özümüzdür ve hayata zevk, tat, renk katar. Düşünün her gün aynı saatte yaptığınız işleri, insan çok sevdiği tatilden bile kentteki alışkanlıklarından uzak düştüğü için tedirgin olur, tat alamaz. Kent ve kent yaşamı insanı rutiniyle bütünleştirir. 

AYLAKLAR, KELAYNAKLAR, MANYAKLAR

Bazı insanlar benim gibi öyle temelli, derin, vazgeçemedikleri alışkanlıklara sahip olmaz. Yapıları ona uygun değildir –herhalde. Kendimi bildim bileli, eğer o cümleden sayılırsa, ana alışkanlığım çalışmaktır. Yok değildir, kırk çeşit alışkanlığımdan söz edebilirim; sabah kalkıp kahveye gitmek, şu bu ama işte bu kadar. Bir tek çalışmaktır kopamadığım. Ama bir de saplantılar, tiryakilikler vardır. Onlarla başa çıkılmaz. Bir şey tiryakiliğe dönüştü mü ötesi yoktur. Yazmak, okumak ve kitaplar benim için öyledir mesela. Yazmayı, bir tür var oluş doğrulaması olarak görürüm ve onu nefes almaktan sayarım ama okumanın çılgınlık düzeyine erişebildiğini kendi nefsimde tecrübe etmişimdir.

Bütün bunların mekânı kenttir. İnsan kente döner ve alışkanlıklarına, tiryakiliklerine döner. Bu anlam ve düzeydeki alışkanlıkların, tiryakiliklerin yeri kenttir. Kasabaların, köylerin de bireysel alışkanlıkları olur, olmaz değildir ama kent bambaşka bir zemindir, tüm bunlar için. Nedeni çok belli: Kent zenginliktir. Mağazalar, vitrinler, insan muhayyilesinin, zekâsının, yaratıcılığının alabildiğine görüldüğü, izlendiği yerdir kent. Bunlar kasabada, köyde, kırsal alanda derece derece azalır. Büyük kentle küçük kent arasındaki fark da budur. Londra, Paris, New York insanı bu bakımdan hayrete, hayretten hayrete düşürür. O kentler vitrinlerindir. Akla hayale gelmeyen şeyleri keşfeder insan. Bu yüzden o kentlere ilk kez yaşamaya gideceklere hep aynı şeyi söylerim: İlk altı ay kendinizden bir şey beklemeyin, şaşmayı, hayret etmeyi ve hayran olmayı öğrenin, kente ve vitrinlere teslim olun, yavaş yavaş kendinize gelirsiniz ama artık başka birisi olacaksınızdır. Gerçek buysa kente dönmeyip de ne yapacaksınız?

Yazsonunda insanların koşarak kente dönmelerinin, kenti özlemelerinin, canlarının şehri çekmesinin çok önemli bir nedeni daha var. Kentte yaşayan insanlar flaneur’dür. Onlara Türkçede ‘kentgezgini’ diyoruz (ben bitişik yazılması gerektiği kanısındayım sözcüğün). Gerçekten de öyledir, yıllardır yazarım, kent ile kırsal alan yerleşmesinin farkı budur: Kırsaldaki yerleşim biriminde yaşayan insan evinden çıktığında ne yapacağını bilir. Kent insanıysa evden çıktığında ne yapacağına kentin karar verdiği insandır. Kendinizi tutup korusanız dahi kent damarlarınıza girer, kanınıza işler ve ne yapar yapar sizi ‘yoldan’ çıkarır, bir pastaneye, bir mağazaya, bir kafeye, kitapçıya davet eder. Direnseniz de yenilirsinizdir. Kent baş döndürücü bir yerdir, bir iğva yani aldatma zeminidir. Hal böyle olunca kent insanı flaneur’ün öteki anlamı olan ‘aylak’tır. Haydi gene ‘aylak’ demeyelim de ‘kentaylağı’ diyelim.

Kentler üstünde, kentlerin ayrılmaz parçalarından olan pasajlar üstünde hayli düşünmüş, bugün de tüketilememiş yazılar kaleme almış Walter Benjamin’in bilincimize yerleştirdiği bu kentaylakları onun tanımında biraz da ‘kelaynaklar’ gibidir, nesli tükenen yaratıklardır. Ama Benjamin 19. yüzyıl insanından söz ediyordu yazılarında. Tanımladığı flanör de o dönemin adamıydı. Elinde köpeği, hayli ‘dandy’ giyinmiş, snop, kent içinde yavaşça salınan, kalabalıkla birlikte akan, vitrinlere bakan ama kendi mesafesini koruyan birisiydi. Bugün hâlâ öyle midir, bilemem. Ama hangimiz şehirdeki evlerimizden dışarıya ‘dolaşmaya’ çıkmayız ve vitrinlerde bulmayız kendimizi?

O kadar ki Fransızcada vitrinlere bakınıp bir şey almayanlara, sadece vitrin gezmesi yapma işine ‘vitrin yalamak’ (lèche-vitrine) denir. İngilizcede de o işe window shopping denir. Yeni duydum, bir öğrencim söyledi, bizde ‘vitrin manyağı’ deniyormuş. Kısacası, önemli şeydir vitrin ve insana yolunu şaşırtan en ciddi ‘kurum’lardan biridir. Ama kent sinemaları, tiyatroları, bazı büyük şehirlerdeki pornografi alanları, bohemi, batakhaneleriyle, içkievleriyle, otelleriyle başlı başına bir sapkınlık ve saptırma alanıdır. Herkes gezgindir kentte. Kimse bir yerde durmaz. Kendisini kente salar ve kentin hengâmesini yaşar.

İnsan kente döner ve alışkanlıklarına, tiryakiliklerine döner. Alışkanlıkların, tiryakiliklerin yeri kenttir. Nedeni çok belli: Kent zenginliktir. Kente ve vitrinlere teslim olun, yavaş yavaş kendinize gelirsiniz ama artık başka birisi olacaksınızdır. Gerçek buysa kente dönmeyip de ne yapacaksınız?

SABAHA KARŞI EVE DÖNÜŞLER

Gezginlik ve kente adanmışlık, yanılmayalım, sadece kırsal alana sahip olduğunu sandığımız bir duygudan yani romantizmden bizi soyutlamaz. Aksine ‘kent romantiği’ diye bir kavram vardır. İşte o bahsettiğim şeyler, arabaların fren lambalarının kırmızı kırmızı yanması, asfalt üstüne düşmüş yağmur, manavların sergeninde pırıl pırıl yanan ampul, sokak fenerinden yayılan turuncu ışık, boş sokak, uzaktan gelen kestanecinin, bozacının sesi, gecenin yalnız karanlığı, sinemanın kapısından sokağın kalabalığına dağılan insanlar, insanı o romantizmin çemberi içine alır. O çember bir kanavadır. İnsan onun üstünde işlenir, sonunda kent insanı olur. Bütün bunlar insanı istemese bile bir ‘flanör’e dönüştürür. Bir kent evinizdeki, odalardaki rahatlıkla dolaştığınız sürece sizindir, ancak o zaman flanör olmuşsunuzdur.

Kentte yaşayan insanlar flaneur’dür. Onlara Türkçede ‘kentgezgini’ diyoruz. Kendinizi tutup korusanız dahi kent damarlarınıza girer, kanınıza işler ve ne yapar yapar sizi ‘yoldan’ çıkarır, yenilirsinizdir. Kent baş döndürücü bir yerdir, bir iğva yani aldatma zeminidir. Hal böyle olunca kent insanı flaneur’ün öteki anlamı olan ‘aylak’tır. Haydi gene ‘aylak’ demeyelim de ‘kentaylağı’ diyelim.

Steve Ashley’in güzel albümünün hüzünlü adıyla ama coşkuyla söyleyeyim: One more thing: kent demek gece demektir. Gündüzün de serüvenleri vardır ama iş güç, çalışma, koşuşturma. Kent, dehlizlerini, labirentlerini, kuytularını, yeraltını, izbelerini, uçurumlarını gece açar. Kentin ‘öteki’ nabzı akşamüstü çarpmaya başlar. Geceye doğru kan koyulaşır. Ondan sonrası size kalmış bir iştir. Barlar, pavyonlar, randevuevleri, bitirimhaneler, o kadar sert olması gerekmeyen caz kulüpleri, gazinolar gecelerindir. Gecenin kentini sevmeyen ve yaşamayan bir insanın pek öyle kentle içli dışlı olduğunu, kusura bakmayın, söyleyemem. Sabaha karşı eve dönmeyi hiç tanımamış, bilmeyen insanı kentte yaşıyor saymam. O zaman one last thing: gecenin kenti cinselliğe ve erotizme tescillidir ve kentin genel olarak masum bir yer olmaması bir yana gecenin kenti hiç mi hiç masum değildir, aksine yırtıcıdır. Cinayetler, intiharlar, buhranlar geceye aittir. Kısacası kent günahkâr bir yerdir.

Gustave Caillebotte, ‘Paris Caddesi Yağmurlu Gün’, 1877

Modernleşmenin ilk kent filmlerinin o derecede yırtıcı ve rahatsız olmasını başka bir nedene bağlamak olanaksız. Fritz Lang’ın ‘Metropolis’ini o derecede karmaşıklaştıran ana unsur budur: kentin ve modernleşmenin iç içe geçince dehşet veren bir olguya dönüşmesi. Bu damar hep açık kalmıştır. Çünkü ütopyaların olduğu kadar distopyaların da mekânı kenttir. Lang ütopik bir dünyayı kurguluyorsa ‘Blade Runner’ da distopik dünyanın karanlığını üstümüze serpiyordu. Gece ise distopyaya yakışır. O zaman şunu ekleyeyim: kentler her sabah yeniden yapılır, geceleri sabaha kadar yeniden yıkılır. Ayrıca düşünsenize, geceleri köprüler açılır, doklar ışık içindedir, büyük gemiler mal boşaltır, büyük uçaklar çelikten hayvanlar olarak inip kalkarlar, TIR’lar ve kamyonlar kente girip çıkarlar ve o arada yoksul bir çöpçü sokakları süpürür.

Gece bir ormandır.

Tüm bunlar sonbaharla bir gelir.

KIRLARI YEŞERTEN MODERNLİK

Çok güzel. Bu anlattıklarıma bakanlar kentlerle kırların ilişkisi olmadığını sanır. Öyle değildir, tam tersidir. Peyzaj tamı tamına kente ait bir şeydir. Kır insanı, köylü, kentteki gibi ‘manzara’ seyretmez, bir yerden bir yere en kısa yoldan gider. Ayrıca içinde yaşadığından peyzaj onun doğal çevresi ve ortamıdır, ayrı ve özel bir anlam ifade etmez. ‘Peyzaj’ın anlamlandırılması yani manzara modern- leşmenin getirdiği bir olgudur. Peyzaj, kent yaşamı başlayınca keşfedilmiştir.

Ogüne kadar yerinde duran kır şimdi ‘çıkılan’, gidilen, izlenince insanda farklı duygular oluşturan bir çevreye dönüşmüştü. Bir kendinden geçme, kendini aşma, kendine yeni boyutlar ekleme mekânıydı artık kırlar. Caspar David Friedrich’in resmi çok ele alınmıştır bu bakımdan. O resimde bir tepeden boşluğa ve kıra bakan insan kentlidir, giyiminden kuşamından anlaşılır ama tefekkür ve tahayyül içindedir.

İyi kent, güçlü kent kırlarını iyi koruyan kenttir. Bana ilginç gelen hep şu olmuştur: Amerika’da bir kentten diğerine giderken insan bitmek tükenmek bilmeyen kırlardan geçer. İnsanlar biraz kentlerin dışına doğru yol kat edince kırlara varır. Bizde öyle değil. Modernleşmeyi kırları yok etmek sanıyoruz. Oysa kırları keşfeden ve yeşerten modernliktir. Bir kentin modern oluşu da gene kırlarının varlığıyla ölçülür. Kent insanı kendisini kandıran, inandıran insandır. Kırları da aynı nedenle sever. Kırlara çıkacak, kentten uzaklaşacak, doğayla iç içe geçecek, özleyip yeniden kentine dönecektir. Romantik olmayan bir ‘gerçek’ kentli düşünmek olanaksızdır.

 

Kırsal insanın bu duyguları yoktur. Elbette zevki vardır ve elbette lezzet alır. Doğayı sever. Ama kır insanı işlev insanıdır. İneğini sever, ona katkı sağlıyordur. Fakat kır insanı ‘manzara’ seyretmez. Bir yerden bir yere giderken en kısa yoldan yürür, şu görüntüyü yakalayayım diye yolunu uzatmaz. Bir de kent insanı tatmin olmayan insandır. Bu doyumsuzluğunu estetiği yaratır. Kim sadece bir çift ayakkabıyla yetinir, sarının yanına yeşil, yeşilin yanına kırmızı pabuç almıyor muyuz? Kırsalın insanı ise yetinen, doyumlu, kontrollü insandır. Evinden bir yere gitmek için çıkar. Onu yolundan şaşırtacak şey yoktur çevresinde. Bütün bunları başımıza şu yürüyüp geçtiğimiz ‘manzara’ sarmıştır desem ne yalan olur ne de yanlış. Manzara manzaradan fazlasıdır.

İSTANBUL’A DÖNERKEN HİÇ MUTSUZ OLMADIM

Kent insanı kaçan insandır. Çok farklı bir yaratık olduğunu söyleyelim bu insanın. Depresyona düşen, bunalan, sıkılan insan, kent insanı. Kaçmayı tek amaç olarak görür. Bu yazıyı yazmadan önce edebiyatçı ve akademisyen dostum Mesut Varlık’la görüşürken bana tam da bu konuda bir şeyler söyledi. Gene Walter Benjamin’in bir sözünü anımsattı. Benjamin, ‘Eve Dön! Her Şey Affedildi’ başlıklı yazısında “Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır. On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkali çözeltide olduğu gibi mutluluğun kristalini yaratır” diyordu. Mesut, bunu ilettikten sonra “Biz hiç evden kaçtık mı ki eve/şehre dönüşten bahsedelim? Benim bildiğim, entelektüel tarihimizde Benjamin’in işaret ettiği tipte bir ‘evden kaçış’ın yankısı söz konusu değil” diyordu. Varlık, büyük bir irdelemenin kapısını aralıyor, sonra da “Siz de kaçtık mı, kaçmaya var mıyız sorusu etrafında düşüncelerinizi yazın” diye ekliyordu.

Çok güzel! Sorunun kapsamlı yanıtını başka bir yazıya bırakacağım. Burada sadece şu son yargımı vurgulayayım: Kent insanı kaçmanın düşünü kuran insandır. Biliyorum, felsefeci Kant bütün hayatını daha sonra Kaliningrad diye adlandırılan Konigsberg’de geçirdi ve tüm yaşamı boyunca evinden en fazla 16 km uzağa gitti, o da çok nadirdir. Freud, gene son iki yılına kadar uzun ömrünün neredeyse tamamını Viyana’da geçirdi ama o biraz daha ‘bize’ benziyordu. Yazları dağlara gidiyor sonra sevgili sokağına, purocusuna, Cafe Lantman’a dönüyordu. Ama opera izlediğine, konsere gittiğine dair bir bilgimin olmadığını şimdi bu satırları yazarken fark ediyorum. Saat gibi yaşayan, rutininden şaşmayan bir bilim ve düşünce insanıydı.

Gene de Mesut’un sorusu önemli. Çok önemli. Kaçmak, evden kaçmak, bahsettim, zor iştir. İnsan niçin kaçar, çocukluğumda ben neden sürekli olarak evden uzaklaşmanın yollarını arardım, sonra neden yaşadığım çevreden çıkıp tatile gitmeyi hiç istemedim ve şimdiki ruh durumum nedir, İstanbul’dan uzaklaşmak istiyor muyum? Yoksa İstanbul’dan, en güzel şeyin ona dönmek olduğunu bildiğim için mi bazen çıkıp tatile gidiyor, buralardan uzaklaşmak duygusuna sürükleniyorum? 

Yahya Kemal bu düşünceyi Ankara için dile getirmişti: “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönmesidir!..” Büyük şairin cevabı ışığında kendi sorumu yanıtlayayım, dünyanın hiçbir yerinden İstanbul’a dönerken mutsuz olmadım ama ben genel olarak yaşadığım hiçbir yere bir başka yerden gelirken huzursuzluk duymadım. Paris’i ve New York’u çılgıncasına severim ama oralardan Ankara’ya dönerken de memnundum. Venedik’i ve Petersburg’u dünyanın en şiirli ve güzel iki kenti sayarım ama İstanbul’a gelirken hiç moralim bozulmadı. Anlaşılan dönüş konusunda hissettiklerim kentlerden çok kendimle ilgili. Kaçış da öyle. Kaçarız, çünkü kendimizden kaçmayı isteriz. İnsanlar kendisine sığmayanlarla kendisinde direnenler olarak ayrışır. Serüven kendisini aşmak isteyenlerin çabasıdır. Yolculuklar da öyledir ve her yolculuk bir kaçıştır.

KENDİNE AİT BİR KENT

Bütün bunları az veya çok yaşadık, şimdi geri geliyoruz: Şehirlerimize, yaşadığımız yerlere. (Demişken, belirtmeden duramam: nasıl bir dünyadır bu ‘çağdaş çalışma hayatı’nın dünyası? Yılda 365 gün var, ben yakın çevremde kodamanlar dışında 20 gün tatil yapanı görmedim. En fazla 15 günü insan bir yılda kendisine ayırıyor. 350 gün, anlaşılan o 15 gün için çalışıyoruz. Çok güzel: ‘İlerleyelim beyler’!)

Pandemi, COVID ne kadarına izin verir bilmiyoruz ama başta dediğim gibi motosikletler kaldırımlarda burnunuzun dibinde bitse de, arabalar tek yönlü trafikte ters yoldan son hızla üstünüze gelse de, omuz ve dirsek yeseniz de bin yıllık İstanbul yerinde duruyor.

Herkesin kenti kendisine. 

Virginia Woolf’un “kendine ait bir oda” sözünü severim ama biraz farklı bir anlamda kullanırım: o oda, sadece ufacık bir oda değildir. Kent herkesin ayrı ayrı kişiselleştirdiği odasıdır. İçinde yaşarken bile herkesin kendisine özgü bir kenti, daha doğrusu kentleri vardır. O kent işte o insanın odasıdır. Büyüklüğü, küçüklüğü insanın kendisine kalmış bir iştir.

Ne yalan söyleyeyim, benim kent-odamın genişliği, ferahlığı hiç fena değil. 

Herkese güzel sonbaharlar, güzel kent günleri ve geceleri…

YAZI: HASAN BÜLENT KAHRAMAN

RELATED ARTICLES

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Populer Yazılar