Aslında İstanbul Life’a merhaba derken konuya bambaşka bir yerden girecektim ama korona karantinası bir anda her şeyi değiştirdi. Karantinanın ilk günleri de bizim için epey maceralı geçti. AYÇA ŞEN
Konunun en başında koronavirüsü dünyanın zıpçıktı modalarından biri, mesela kova ile başından aşağı buz döküp kameraya çekme modası çıktıydı bir ara (Ice Bucked Challenge), o tatta bir şey gibiydi ben ve tüm İtalya için.
Orta Anadoluluların en ağır hastalığı bile ciddiye almayıp “Hallere bak hallere, hele hele hele” diye ölüm döşeğindekilerin de rol yaptığına inandığı gibi ben de bu virüsü dünyanın yeni artistliği olarak görüyordum.
Fakat bir anda alarm çalmaya başladı, patır patır ülkeler sınırlarını kapattı. Bu geometrik dalga üç günde şimdiki ortamına dönüştü.
Macron: “Abicim herkes akıllı olsun”
Bizim oğlan Fransa’da okuyor. “En fazla 15 gün bir önlem alınır, geçer gider, elleşmeyelim, yerinden olmasın şimdi” derken bir akşam Macron “Abicim herkes akıllı olsun, size bir tarih veremiyorum, önümüz belirsiz, yaşayacaklarımızın bedelini ödeyeceğiz. Sevdamsın Fransa. Ayağına taş değmesin, güçlü olalım, size güveniyorum” diye tedirgin edici bir açıklama yaptıktan, oğlanın okulundan da “Çocuklarınızı yanınıza almanızda fayda var, önümüz belirsiz” diye mail geldikten sonra Memo’ya dönüş bileti almaya karar verdik.
Gecenin körü. Tam satın al düğmesine bastık, “Türkiye’nin sınırları kapanmıştır, işleminizi gerçekleştiremiyoruz” yazdı! Haydaa, kaldı mı oğlan oralarda sana.
Yunanistan üzerinden gelsin dedik, Yunanistan uçağına daha üç gün var.
Sınırları yüzümüze kapatan kapatana
Uykusuz geçen o koca gece, labirentten kurtulmaya çalışan bir fare gibi çare bulmak için çırpındık. Sonunda Budapeşte’ye bilet bulduk. İki gün kalacak, oradan İstanbul’a, oradan da İzmir’e. Ertesi gün Türkiye’den açıklama geldi: “Üç gün daha uzattık!” Sanki vatandaşı pusuya düşürür gibi: “Ha haa nasıl tongaya düşürdük sizi! Sazan gibi atlamamayı öğrenin zzzt Erenköy!”
Tabii biz bileti almış bulunduk. Memo’nun ertesi günkü Budapeşte uçağına binmesini bekliyoruz, canlı yayında aniden Fransa büyükelçimiz konuşmaya başladı: “Bu akşamüstüne kadar buradaki öğrencilerimiz bulundukları yerin konsolosluklarına giderek isimlerini kaydettirsin, yarına uçak getirip onları alacağız, ondan sonra da bu dokuz Avrupa ülkesinden bir daha giriş çıkış olmayacak.” Tam bu açıklama yapılırken Macaristan da sınırlarını kapattığı haberini verdi.
Kimileri “Fransa’da kalsaydı ya, bizden daha iyi bakarlardı her halükârda” dese de biz herifin dizimizin dibinde olmasını istedik. Oradaki vaka ve ölü sayısı bizim bilmem kaç katımız, herkes kendi derdine düşmüş. Avrupa da sağlık sisteminin çöktüğünü anladı, orada çocuk bırakmak olmaz. Hem kendi de zaten gelmeye karar vermiş. Memo apar topar adını listeye yazdırmak üzere konsolosluğa gitti. Fakat 14 gün karantina var!
Çocuk sonunda radyoaktif bir madde gibi Türkiye’ye getirtildi. Ancak telefonunun SIM kartı bozuk olduğundan 24 saat Memo’ya ulaşamadık. Karantina yurdunu yeni öğrendik, babası bir telefon ve SIM kartla yollar düştü de halledebildik. Eğer önümüzdeki sayı mevzu hâlâ devam eder ve ilgi çekici kalırsa devamını da anlatırım.
İstanbul Life’ta yazmak nasıl bir his?
Şimdi İstanbul ciddi risk bölgesi. Hatta İstanbul Life’a yazıyorum diye elime eldiven takarak klavyeyi kullanasım var. Ama gözümü kararttım, ne olacaksa olsun dedim ve yazıyorum. Bu nasıl bir his diye merak ediyorsanız şöyle anlatayım…
1980 öncesi ve sonrasındaki o çetin şartlarda (sanki o çetin şartlar bitmiş gibi), sivil toplum kuruluşlarına ‘örgüt’ denerek zinhar tehlikeli bulunduğu yıllarda aile dostumuz Haldun Amca amansız bir hastalıkla mücadele ediyordu.
Ona iyi bakmayı devrimin en önemli görevi addeden Ülkü Teyze, Haldun Amca’nın bir dediğini iki etmiyor, sivil toplum kuruluşları için yaptığı çalışmaları derliyor, temize çekiyor, araştırmalarını basarken yayınevleriyle görüşmeleri yapıyor ve anlatmaya bilgi birikimimin müsaade etmediği her türlü işi asiste ediyordu. Çocukluğum böyle kıymetli insanların ibret verici mücadelesinin yanında geçti denebilir.
Fakat bu politik ve kıymetli insanların etrafındaki ben yaştaki nesil dev apolitik ve maalesef şovşak olduk. İlkokul ve ortaokul bilgi birikimimiz yok denecek kadar azdı.
Tabii ‘1040 Dandanakan’ ve ‘1071 Malazgirt’ tarihlerini ezbere bilmemizi saymazsak. Bir de tabii ‘kırç’. Hayat bilgisi dersinden tek hatırladığım, sabah saatlerinde çimenlerin üzerinde gece ayazıyla oluşan buz tabakasına kırç denildiği. Sanıyorum bu da ‘gört’e benzediği için.
1990’lar mıydı, Çin ordusu Sincan eyaletine saldırınca büyük panik yaşandı. Bir arkadaşım bunu duyar duymaz telefona sarılıp Ankara’nın Sincan semtinde akrabaları olan bir arkadaşını arayıp “Çin ordusu neden Sincan’a saldırmış olabilir ki” diye dehşetle sormuştu.
Bu soru bana mantıklı gelmişti.
Belki özellikle, başımız derde girmesin diye bu şekilde büyütülmüştük, belki de herkes kendi derdindeydi ve biz başıboş bir nesildik, ki bana ikincisi daha mantıklı geliyor…
Bir yerden başlamak lazım
Gelelim Haldun Amca’ya… Son dakikalarını yaşarken, Ülkü Teyze’den bir daktilo istedi. Ülkü Teyze “Neden Haldun?” diye sorduğunda her zamanki anlamlı ses tonuyla “Çünkü bir yerden başlamak gerek Ülkü” dedi.
Bu yaşanmış olay benim kutsal hikâyelerimdendir. Herkesin kendine ait menkıbeleri vardır ya, bu da bana ait olanlarından.
İstanbul Life’ta yazmak işte bu tip bir his veriyor bana: Nükleer savaş yaşanmış, her yer altüst olmuş, amaçsızca enkazlara basa basa yürüyorsun, o sırada yıkıntıların arasından hiç aklında yokken bir klavye ucu görünüyor, çıkarıyorsun, bir de eski monitör, titreyen ekrana bakarak yazmaya başlıyorsun.
Elin paslanmış, okur yaşlanmış, umutlar yıpranmış. Ama Haldun Amca’nın dediği gibi…
“Bir yerden başlamak gerek.”