REFİK ANADOL’UN TASARLADIĞI DÜNYALAR ARASINDA KEŞFE ÇIKIYORUZ.
Yeni medya sanatını sen nasıl tanımlıyorsun?
Bundan kırk yıl önce teknolojinin henüz yeni yeni hayatımıza dokunduğu dönemlerde birçok sanatçının hayal gücünü süsleyen bir alandı. Bu arada özellikle “yeni” kelimesi beni biraz rahatsız ediyor. Çünkü artık sadece bu sıfatla tanımlayamayız. Bundan sonra da hayatımızda var olmaya devam edecek. Kelime aynı zamanda içinde popülerliği de barındırıyor ve kısıtlı zamansal kaygılara atıfta bulunuyor. Bence medya sanatı bundan sonra insan ve kültürle birlikte var olmaya devam edecek.
Sadece 34 yaşında olup bu kadar üretken olabilmeni aklım almıyor.
Sekiz yaşımda “Blade Runner” filmini seydedip sabahına başka birisi olarak uyandım. Filmden sonra hayallerim değişmişti. Daha doğrusu ben değişmiştim. Sanırım o filmin etkisiyle hayal gücünün ne demek olduğunu keşfettim. Elbette bendeki bu değişimi annemler anlamlandıramadığı için (çünkü filmi izlediğimi bilmiyorlardı) onlara da ayrı bir kaygı vermişti bu durum. Çünkü filmi izledikten sonra duvarlara farklı bakmaya, kapılarla oynamaya falan başlamıştım. Yani hayal kurmaya sekiz yaşında başladım ama onları hayata geçirmem bir 10 senemi aldı. O yüzden yüksek lisansımı da bu bölümden seçtim. Raslantısallık çok sevdiğim bir şey ama bu raslantısallık haricinde uzunca bir dönem hayali kurulmuş, odaklanılmış bir dönem var.
İşlerinde dijital ve fiziksel nesneler arasındaki boyutları, mimariyi ve teknolojiyi kullanıyorsun. Bu kadar teknik malzemelerden bu kadar şiirsel bir anlatım çıkarabilmek için kafanın hem analitik hem de duygusal çalışıyor olması gerekiyor.
Benim işimde hakikaten tüm hikaye duygularda bitiyor. Her ne kadar zekanın kuvvetle muhtemel faydası olsa da duygusal zeka olmadan zeka tek başına bir işe yaramıyor. Çocukluğumdan beri ailemden, eşimden, dostumdan gelen destekle duyguların hep ön planda olduğu bir hayat yaşadım. Karşımdaki insanın duygularını anlayamadığımda yaptığım şeyin egosantirik bir şey olmaktan ileri gitmediğini dahası dünya için de herhangi bir faydası olmadığını düşünüyorum. O yüzden egomu öldürdüğümde, karşımdaki insanın ne anlatmaya çalıştığını içtenlikle önemsemeye başladığım anda işlerimin etkisi de değişiyor.
Duygularla bu kadar ilişkisi olan ama bir yandan da dijital dünyada yaşayan birisi olarak kendini duyguların dünyasında nasıl tutuyorsun?
Kendime harcadığım zamanı yine bir şekilde işime aktarabilmek için meditasyonla ilgileniyorum. Bunun dışında bilmediğim bir kültürü anlamanın da bir çeşit meditasyon olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu son günlerde bunu keşfettim. Bir insanı, bir kültürü anlamanın çok ulvi bir şey olduğunu fark edeli henüz dört, beş yıl oluyor. Ama daha da enteresanı şu. Yaptığım sanat dijital olsa da ben her bir pikselin duygusunun olduğunu düşünüyorum.
İşlerinin şiirselliğini, insanı gündelik bir algıdan koparan yanlarını ben kendi adıma Chema Madoz’a benzetiyorum. Sen kimlerden ilham alıyorsun?
Benim ilham kaynaklarım dünyayı değiştiren kişiler. Alanında öncülük eden insanları takip ediyorum, çoğu zaman bu insanlar bir sanatçı olmayabiliyorlar. Mesala 16 yaşında bir aktivist olan Greta Thunberg’in küresel ısınma ve iklim sorunları ile ilgili yarattığı farkındalık beni etkiliyor. Kısacası ben bir fikri tasarlayabilen insanları ilham kaynağı olarak kullanıyorum.
Kafamızı gelecek senaryolarına açmak için dünyada kimleri takip etmeliyiz? Ve sence “gelecek” nasıl gelecek?
Bundan 10 yıl önce bu sorunun cevabı bilim kurgu sinaması olabilirdi. Bilim kurgu sineması geçmişte iyi öngörülerle kurulmuş olduğundan bize ışık tutuyordu, ama biz bugün bizzat kendimiz –elimizdeki araçlarla- bilim kurgunun yani bir zamanlar öngörü olan durumların içinde yaşıyoruz. Sadece şu an yaşadığımız şeyleri bir hikayeye dönüştürebilmiş değiliz.
Yani aslında sen biraz “WestWorld” dizisinin içinde yaşadığımızı söylüyorsun.
Aynen. Ya da Blade Runner filmi gibi. Gelecekle ilgili fikirleri olan füturistler, öngörüsü yüksek iş insanları, teknoloji devleri ve mühendisler aslında bir anlamda geleceğin içindeler. Bir grup insan bizden birkaç, hatta belki de on yıl sonrayı yaşıyorlar. Buradaki büyük soru şu: Bu yakın gelecekte yaşayan insanların hayallerini, bulgularını nasıl daha öne çekebiliriz? Yani aslında birilerinin geleceğe gidip bunları alıp bize getirmesi gerekiyor. Egosantrik olarak anlaşılmasın ama ben kendimde bu misyonu görüyorum. Bilinçsizce, teknolojinin önümüze gelmesini beklemek yerine daha bilinçli bir şekilde birkaç adım ötesini görüp kendimizi buna hazırlayabilirsek soracağımız soruların daha da derinleşebilme ihtimalini yaratırız. Galiba sırf bu sebepten ben teknoloji devlerinin CEO’ları ile yaptığım projeleri çok anlamlı buluyorum.
Normal hayatında gerçeklik algın ne durumda? Senin arkadaşın olsak gündeminden sıkılır mıyız?
İçinde bulunduğum hayat sıradan bir hayat değil, o yüzden okuduğum duyduğum ya da ulaşmaya çalıştığım şeyler de pek gündelik hayatlarda rastlanan şeylere benzemiyor. Hatta ben de bilinçli bir çaba ile her gün duyduğum ve bildiğim şeylerle pek zaman geçirmiyor onlara dikkatimi vermiyorum. Ya araştırıyorum, ya da öğrendiklerimi sindirmeye çalışıyorum. O yüzden kimi zaman sosyalleşmek bir zaman kaybı gibi de geliyor bana. Sosyal olmak insanlık için önemli. Özellikle hoşgörülerimizin gelişmesi için de oldukça gerekli ama bazı zamanlarda anlamsız olduğunu düşünüyorum. Hayır işkolik değilim, sadece daha derine inebilmenin faydasına inanıyorum.
Floransa Bienali’nde Lorenzo il Magnifico ömür boyu başarı ödülünü aldın, Microsoft seni destekliyor, anladığım kadarıyla Hollywood da seninle ciddi flörtlere başladı, tüm bunlar seni yeni fikirler üretmek için baskılıyor mu? Yoksa tam tersine ufkun mu açılıyor?
Bu ödül aslında hiç beklemediğim bir alandan geldi. Özellikle hem Leonardo Da Vinci’nin yaş dönümünde verilmiş olması, hem de “Eriyen Hatıralar” gibi teknoloji ve sinir bilimini bir araya getiren oldukça romantik ama bir o kadar da teknolojik bir işe yaşam boyu onur ödülünün verilmesi tarifsiz bir mutluluk. Neticede sanat İtalyan topraklarından çıktı. Bu yüzden böyle bir ödül almak beni ileriye dönük çok motive etti. Hemen ardından şu an Los Angeles’ta Walt Disney Concert Hall’da sergilenen işimin iki hafta gibi kısa bir sürede 150 bin ziyaretçiye ulaşmış olması çok hoştu. Darren Aronofsky, Ridley Scott, Steven Spielberg ve Alejandro González Iñárritu gibi yönetmenlerin evlerinden kalkıp sergimi görmeye gelmeleri beni çok mutlu etti.
Sanat artık müzelerden, galerilerden çıkıp sokağa taştı. Sence bu sanatı sıradanlaştıracak mı yoksa insanların ufkunu mu açacak?
Çocukluğumdan beri sanatın sadece galeri ve müzelere ait olmadığından emindim. Çünkü galeri ve müze demek bir kapıdan içeri girdikten sonra ister istemez bir ön yargı ile o esere bakmak demek. Ama kamusal alanda yapılan ya da sergilenen sanat hiçbir sınırlaması olmayan sonsuz bir deneyim. O yüzden sanatın kamusal alanlara taşınması onu sıradanlaştımak yerine hayatın bir parçası yapacak. Sanatın gündelik hayatta ilham veren, sorular sorduran bir hale gelmesi yani normalleşmesi bence çok değerli.
Nöroloji bilimini, yapay zekayı, insan ve makine ilişkisini konuşmaya başladık. Sence teknoloji karşısında zihinsel mahremiyetimizi nasıl koruyacagız?
Şu anda tüm öngörülerimiz, verdiğimiz kararlar, sahip olduğumuz duygular, attığımız “like”lar, yorumlar, paylaşımlar makineler tarafından emiliyorlar. Fakat daha kişisel olan zihinsel mahremiyet halen korunaklı. Korunaklı derken mesala şu an ses kayıt cihazı açık olmadan bile bir makine, ki böyle bir makine var, konuştuklarımızı duymadan konuştuklarımızı anlayabilir. Çünkü bu makineler konuştuklarımızı vücudumuzdaki titreşim bilgisi ile sese çevirip o konuşan kişilerin ses dalgalarını anlayabiliyor. Ama iç dünyamız, iç sesimiz şu an için halen korunaklı ve bence kuvvetle muhtemel önümüzdeki 10 yıl boyunca da bu korunaklılığı bozacak bir fikirle ortaya çıkan da olmayacak.
Makineler mı insanlaşacak yoksa insanlar mı makineleşecek? Bizim yapay zekayı canlı kabul edeceğimiz günler yakın mı?
21. yüzyıl başında anladık ki makineler de öğrenebiliyor. O zamanlar şaşırtıcıydı ama bugün değil. Ben makinenin insanlaşmasını daha mantıklı buluyorum. Çünkü eğer böyle olursa bazı etik kaygıları, dünyada çözemediğimiz bazı problemleri daha kolay çözebiliriz. Belki bizden daha demokratik olabilirler. Onlara yükleyeceğimiz etik değerler sayesinde düşündüğümüzden çok daha yararlı olabilirler. Hiç beklemediğimiz yeni bir adalet sistemi ya da demokrasi desteği verebilirler. Ama bunun tam tersi tablolarla da karşılaşılabiliriz.
“The Moment” diye bir film yapıldı ve egg (zihin aktivitelerini kontrol etme cihazı) ile izlendiğinde izleyene sınırsız seçenekte farklı sonlar sunuyor. Sence giderek sanallaşıyor muyuz?
Ben sana daha ilginç bir aletin varlığından bahsedeyim; FMRI adlı cihazlarla insan zihnine dair çok daha derinlikli okumalar yapılabiliyor. Bu alet insanın bilişsel yeteneğini, kapasitesini ölçebilir şekilde çalışıyor. Yani insanın aklının içindeki dünyaya bir şekilde fener tutuyor. Bu gibi aletlerin bir adım ötesinde gen araştırmaları ve insanın genetik olarak modifikasyonunu değiştirmek var. Mesala geçtiğimiz yıllarda Çin’de bir bilim insanı resmi olarak CRISPR ile (açık kaynaklı algoritma kullanarak insan geni değiştirme programı) insan genini değiştirdiğini açıkladı. Ama ne kadar ilginçtir ki bu açıklamadan sonra ortadan kayboldu.
Peki, teknolojik aletler sayesinde beyinlerimiz şeffaflaşırsa özgürlük tam olarak ne anlama gelecek?
Şu an Caltech’te yani Kaliforniya’da dahiyane insanların çalıştığı bir sinir bilim labarotuarı tarafından paylaşılan araştırmaya göre bir insanın düşüncelerine -kendinden bile önce (yaklaşık 11 saniye kadar) ulaşılabiliniyor. Aslında aklımız bilincimizden her zaman daha önde. Örneğin şu an da sana söylediklerim zaten sana söylemeden önce aklımda olan gerçeklikler. Tek önemli olan şey ise birilerinin bunu harekete geçirdiği gerçeği. Zaten tüm bu bilgilerle ilgili olan esas hikaye şu: Acaba biz ne kadar erken bu 11 saniyenin hakimi olacağız. O araya bir makine girmeye çalıştığı sırada problemler doğacaktır. Bence ortak amacımız yani aktivist bir fikir olarak ‘o araya’ bir makinenin girişini engellemek olmalı.
En iyi veriler, en iyi algoritmalar sana verilirse dünyayı nasıl bir yere dönüştürürsün?
Şu anda iki proje üzerine çalışıyorum. Bunlardan biri Birleşmiş Milletler için iklim oturumu projesi. Bugün en önemli problemlerimizden birisi iklim sorunu. Sanki dünyayı bile isteye yok etmenin peşindeymişiz gibi… Aldığımız tüm yanlış kararların sonuçlarını görmeye başladık. Ben bu istenmeyen sonuçlarla aktivist bir yaklaşımla hazırladığım bir iş üzerinde çalışıyorum. En büyük hayalim ise makineler ve rüyalar üzerine. Son üç yıldır bunun üzerinde çalışıyıorum. Makineler öğrenirlerse rüya görebilirler mi? Tabii ki şu anda mevcut teknolojilerle makineler rüya göremiyorlar çünkü düşünebilme yetkileri yok. Şu an için sadece halisünasyonlar görebiliyorlar. İnsan makinelerin rüya görmelerini sağlayabilir aslında. Benim de hırsla ulaşmaya çalıştığım nokta bu. Şu anda New York’ta sergilenen işim de biraz bu fikirler üzerine oluştu. 21. yüzyılda bir bilgisayar internete girip “New York” yazarsa karşısına ne çıkar. Tek bir makine sorgu sonucunda 113 milyonluk bir arşive ulaştı.
Bizi yapay zeka teknolojisinden koruyacak bir yasanın olmayışını tehlikeli buluyor musun?
Güzel soru, evet buluyorum. Çünkü gelişmeler ışığında bazı etik kaygıların güdülmesi gerekiyor. Mesala az evvel söylediğim gibi eğer ben bir proje yapmak için bir defada 113 milyon veri indirebiliyor ve bundan sanat yapabiliyorsam şahane. Ama bundan bir ürün üretiyorsam bu kötü bir şey.
Son 20 yıldır her şeyimiz birler ve sıfırlar dünyasına dijital olarak kaydediliyor, olur da bu teknoloji elimizden giderse 21. yüzyıla karanlık çağ da diyebiliriz. Bu kadar dijital yaşamak çok riskli değil mi?
Biz insanlık olarak ilk defa hatıralarımızı, hayata karşı beslediğimiz duygu ve tutkularımızı bir makineye yazabiliyoruz. Ve bu makine tüm bu duygu ve düşüncelerimizi bizim adımıza dokunamadığımız bir bulut sisteminde paylaşıyor. Bu gelişmeyi antropolojik olarak düşünürsek olaylar şöyle gelişecek: Uyduruyorum; bundan iki bin yıl sonra topraklar kazıldığında ortaya çıkan makineler onları bulan kişilere bizim ne düşündüğümüzü anlatamayacak. Çünkü bizim kaydettiğimiz şeyler o an orada bulunmayacak. Bu durum sadece antropolojik olarak değil, arkeolojik olarak da bizleri başka bir yere getiriyor. Biz bu gezegende kalırız ya da kalmayız. Bunu bilmiyorum ama gelecek nesiller bizi bu makinelerle tanıyacak. Geriye başka bir iz bırakmayacağız.
Biz insanlar olarak objektif değiliz, yapay zeka bize oranla objektiflik konusunda nasıl?
Yapay zeka da çok ön yargılı. Ona ne verirseniz onu alıyor, bu haliyle bir aynadan farksız. Bizim yapay zekayı objektif hale getirebilmemiz için insanlık olarak objektifliğin ne olduğuna etik olarak karar vermemiz gerekiyor. Biz bir makineye etik olarak neyi yüklersek kuvvetle muhtemel objektif bilginin de o olduğuna karar verecektir.
Projelerin için fikir çalışırken “Neden?” sorusuna mı odaklanıyorsun, “Nasıl?” sorusuna mı?
Nedensellik olmadan hiçbir şeye başlamıyorum. Orjinalliğin, öznelliğin ya da biricik fikirlerin hep nedensellik ilkesinden geldiğini düşünüyorum. Mesala şu an benim işlerime benzer işlerin yapıldığını görüyorum (kaldı ki bu çok normal bir şey, alanında öncü olan herkesin başına geliyor) ama bu kopya işlerde nedensellik akmadığı sürece, işin aynı olmasının ya da benimkine benzemesinin bir anlamı yok. Nasıllara kopyalarak ulaşabiliriz. Ama insanın bir işi yaparkenki nedenselliği o fikri biricik yapan şeydir. İşte onu kopya edemeyiz.
Marina Abramoviç’in bir performansına katılmıştım. Ne yaptığını bilen bir sanatçının karşısında oturmak bende inanılmaz bir duygu çözülmesi yaratmıştı. Hemen hemen benzer bir deneyimi senin Eriyen Hatıralar serginde yaşadım. Uzun bir süre işin karşısından ayrılamayıp tarif edemediğim hislere kapıldım. Sen bu kadar etkileyici bir şeyi nasıl oluyor da piksel gibi hayata ait olmayan bir şeyle başarabiliyorsun?
Bunu bu şekilde duymak çok değerli. Ben yaptığım her şeyde insanın özüne inmenin yollarını arıyorum. Ben de herkes gibi kim olduğumu arıyorum. İş de bu ruh halindeyken ortaya çıktı. İnsanın ruhuna giden yolu algoritma oluşturarak keşfe çıktığım bir dönemde yaptım bu projeyi. Hatıranın bir pigment gibi kullanıldığında aslında insanın daha önce dokunulmamış zihinsel deneyimine yol açabileceğini hissettim ve bu hisle o işi oluşturdum. Bunu yaparken ne yaptığımı aslında anlatamayacağımı biliyordum. Sadece bu yaptığım şeyi başka insanlara hissettirebilmeyi becerip, becereceğimden emin değildim. Ama ne mutlu ki çok fazla insana yayıldı. Ben sanatın bir zümre için olmasından yana değilim, ben sanatın herkes için olmasından yanayım. Her insanın eşit haklarda ve eşit seviyede ona sahip olup onunla birlikte dönüşmesinden yanayım. Çünkü benim için sanat, insanlığın, hayal gücünün ‘gücünü’ görebilme kapasitesini belirliyor.
Sen hangi işlerine yürekten bağlısın?
Galiba dört projeme çok ayrıcalıklı hislerle bağlıyım. Biri az evvel bahsettiğimiz Eriyen Hatıralar. Çünkü orada başka bir yolculuk var. Bir diğeri “Arşiv Rüyası”. İşi önemsememin sebebi yapay zeka ile yapılan ilk proje olması. O sergimde bir konser salonu nasıl rüya görür diye düşünerek yola çıktım ve onu tasarladım. “Sonsuzluk Odası” ve son olarak da “Makina Halisinasyonları” diyebilirim. Bu proje beni gerçekten çok heyecanlandırıyor çünkü o iş sinemenın geleceği.
Röportaj: Eftalya Köseoğlu