YETENEKLİ OYUNCU YİNE BİR KADIN HİKAYESİNİN ANLATILDIĞI ‘VURUCU’ BİR OYUNLA SAHNEDE.
Yeni tiyatro sezonunun en iddialı yapımlarından birisi olan Hedda Gabler’le tiyatrosevelerle buluşuyorsunuz, bu oyunu seçmenize neler etken oldu?
Aslında metin çok fazla özel tiyatroların tercih edeceği bir metin değil. 1800’lerde yazılmış bir metin, bu metni iki sene önce National Theatre oynadı. Oyunun içinden bazı yerleri çıkartarak metni biraz daha sadeleştirmişler. Mehmet Birkiye’nin rejisiyle de oyun, zamansız bir yere geldi. Ben oyunun haklarını iki sene önce almıştım. Sahneye koymayı planladığımız 2 oyundan biri idi Hedda Gabler. O mu bu mu olsun derken. Ben hayattaki işaretleri takip etmeyi severim, Avlu dizisi bittikten sonra – o dizip uyarlama bir diziydi biliyorsunuz- dizinin yabancı versiyonunda oynayan Danielle Cormack’i Instagram’dan takip ediyordum, Hedda Gabler’i oynamaya başladı, ben de bunu işaret olarak kabul ettim ve bu işe kalkıştık. Galiba yüzümüzün akı ile de çıktık.
Oyun seyirci ile buluştu, aldığınız tepkiler nasıl?
Çok iyi. İbsen metinlerinde daha çok ironiyi ön plana çıkarır. Aslında burada sıkıntının tragedyasını izliyoruz. Ama İbsen bunu çok ironik bir şekilde yazdı ve oyunun içinde entresan bir de komedi tarafı var. Türk seyircisinin bu oyunu bu kadar güzel alıyor olması bizi çok mutlu etti. Oyun seyirci ile buluştuğunda artık yeni bir gömlek giyer, oyunun seyirciye geçiyor olması, seyircinin oyundan hiç kopmadan baştan sona izlediğini gösteriyor ve bu da bizi çok mutlu etti.
Hedda Gabler oyunu için ‘can sıkıntısının tragedyası’ olarak tanımlanıyor, oyun çağımızın en önemli sorunu olan yaşamın ve kişinin amacını sorgulamasını masaya yatırıyor. Hedda’nın erkek egemen toplumdaki varoluş amacı mücadelesini sahnede izliyoruz, peki Demet Evgar’ın yaşamının amacı nedir diye sorsam?
Hedda amaçsız bir kadın, amacı olmadığı için de kendini özne olarak var ederken, bir amaç belirlemesi o kadar zor ki, zaten oyun da bunu anlatıyor, nesne olmaya eğilimli olduğunda ancak bir amacın olabilir bir kadın olarak. Hedda da özne olmaktan vazgeçmiyor. Sadece iki saat boyunca seyirciye şunu söylüyor; “Bir de buradan bak!” Hedda’yı kimse okuyamıyor, kalabalıkların içinde yalnızlığında boğuluyor. Bana gelince, yaşadığı coğrafyanın, insanın kaderi olduğunu düşünüyorum, bulunduğun yerin koordinatlarından bir şekilde sorumlusun ve insana verilen yeteneğin, bulunduğu koordinatlarda nasıl değerlendirilebileceğiyle ilgili hareket ediyorum. Asıl amacımı sorarsanız, olabildiğince bütün olanın hayrına bir dokunuş yapabilmek diyebilirim.
Yeni sezon birçok yeni oyunla birlikte tiyatroseverlerle buluştu, tiyatroya giderek artan bir ilgi var, siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
İnanılmaz bir şekilde insanların tiyatroya ayağı alıştı, bu muhteşem bir şey. Bu sektördeki çıtayı kesinlikle yükseltecek bir şey. Hem seyirciyi hem de oyuncuyu yükselten bir durum söz konusu. Tiyatro insan için arınma sağlayan en eski sanat dallarından birisi, insan için bir ihtiyaç. Tiyatronun oluşması için, oyuncu, oynanacak bir yer ve seyirciye ihtiyaç var. Seyircinin varlığı ile senin oyunun da, seyirci de aslında bambaşka bir hale geliyor, o yüzden oradaki oyunculardan biri de seyircidir. Şu anda İstanbul’un en büyük sıkıntısı sahne sıkıntısı. Büyük oyunların oynanacağı, 500-600 kişilik salonlar tiyatro sahnesi olarak tasarlanmadığı için görüş açısından, ses kalitesinden çalınıyor maalesef. Seyircinin sesi sana geliyor, senin sesin seyirciye gitmiyor. Bunların çözülmesi gerekiyor. Bu anlamda doğru tasarlanmış tiyatro sahnelerine büyük ihtiyaç var.
Bugüne kadar yer aldığınız işlerde size en çok iz bırakan hangisiydi ve neden?
Tek bir tane söyleyemeyeceğim, tabii ki ‘Beyza’nın Kadınları’ başka yeri olan bir işti, ardından Bir Kadın, Bir Erkek geliyor. Orada kendimle başka bir yerden tanıştım. Sonrasında ‘Avlu’ da benim için çok önemli bir yerde ve şimdi de Hedda Gabler. Bu işlerin hepsinde rol aldıktan sonra kendime şunu söylüyorum, “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Sizin ruhunuzu hangisi daha çok besliyor, sinema mı tiyatro mu?
Tiyatroda seyirciyle birlikte olmanın dışında gerçekten iki ay boyunca, kendinizi kapatıp çalışıyor olmak insanın iradesiyle ilgili çok önemli bir yeri çalıştırıyor, insan başka bir yere evrilmeye başlıyor hem oyuncu olarak hem de insan olarak. Bu kadar büyük bir konsantrasyonla çalışmanın bir faydası var tabii ki ama mesela Avlu dizisi de benim için çok öğretici, kendimle ilgili çok başka kapıları açtığım bir iş oldu. Yani tiyatro veya dizi diye ayıramam bu anlamda. Tüm bu işlerde önemli olan çalıştığınız ekip, tüm rol aldığım işlerde aynı durum geçerli. Bunlar ekiple yapılan işler. Kendimi ayrıca çekip bir kenara koyamayacağım. Sadece sizin olmanız yetmiyor, bu durum birbirini destekleyen bir durum. Sinema, tiyatro veya dizi için şunu söyleyebilirim bu işlerin hepsi birbirini besliyor. Tabii ki dinamikleri değişiyor, yaptığın yer farklı ama çalışma disiplini ve zevki birbirinden ayırt edilemez.
Son olarak ‘Topal Şükran’ın Maceraları’ filminde rol aldınız, filmin yönetmeni Onur Ünlü ile daha önce de üç filmde de birlikte çalışmıştınız, sizi bir araya getiren etkenler neler?
Onur benim çok eski bir arkadaşım, ilk ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ filminde çalışmıştık, bence Türk sinemasının çok önemli filmlerinden birisidir. Vizyona da girmedi aslında sadece üniversitelerde ve festivallerde gösterildi ama bence yıllar sonra Türk sinemasının o ilk 20 filmi arasına girecek bir film olarak kabul ediyorum. Sonrasında da ‘Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yoktur’ geldi, o film için Onur bana “Demet senaryo yazdım, orada bir kadın var, hani sen sohbet ederken bir yere bakarsın ve biz nereye baktığını anlamayız, bu kız kör mü, nereye bakıyoruz deriz ya, işte o bakışı kullanmak istediğim bir kadın yazdım, onu oynar mısın?” dedi. O filme öyle dahil oldum. Topal Şükran’ın Maceraları ise Onur’un 6-7 yıldır çalıştığı bir projeydi, Onur bu film için şöyle dedi, “Filmi yazdım ama bi baktım filmin ortasına gelmişim ama hiç diyalog yazmamışım, böyle de oluyor, diyalog olmasa da olur.”
Film hiç diyalog olmamasına rağmen mesajlarını seyirciye tek tek ve net bir şekilde ileten bir dile sahip, bir oyuncu olarak nasıl bir deneyimdi böyle bir filmde rol almak?
O dönemde benim cep telefonum denize düştü, 6-7 ay telefonsuz kaldım, telefonum olmadan büyük bir rahatlama yaşadım açıkçası. Tam da filme girecekken böyle bir olay yaşayınca, bu bir işaret dedim kendime. Filmde de hiç konuşmayınca, ben bir süre konuşmadan durayım dedim. O sessizlikte başka şeyler konuşmaya başladım, aslında sessiz bir film değil sadece diyalogsuz bir film ve diyaloğa ihtiyaç da olmadı. Şimdi de Altın Portakal’da yarışacak, çok heyecanlıyım.
Genelde rol aldığınız her yapım kadın odaklı, merkezinde kadın hikayeleri olan ve bu yönde mesajlar veren işler oluyor, bu bir tesadüf mü yoksa bilinçli bir tercih mi?
Hayat amacı sorunuz vardı ya, işte bu sorunun yanıtını hayat amaçlarımdan birinin içine koyabilirim. Bu ülkede toprak altında kalmış çok kadın hikayesi var, Hedda 1800’lerde Norveç’te yazılmış bir hikaye olabilir ama o dönemde, o duyguda olan ve çıkamayan bir sürü hikaye var bu topraklarda. Ben de bu yüzyılda Demet olarak böyle bir şansım varsa ve o dönem o kadınların böyle bir şansı olmadıysa bunu birazcık görev adlediyorum ve bana da iyi geliyor. Beni de arındıyor. Önce kendim için yapıyorum, kendimi arındırmak için yapıyorum.
“Ben bir hikâye anlatıcısıyım. Hangi rolü oynayacağımı seçerken o eserin cümlesi, kendime ve izleyene ne söylediğim önemli oluyor” demişsiniz daha önce yapılan bir röportajınızda, hayalini kurduğunuz ve henüz oynamadığınız bir rol var mı?
Yapmak istediğim şeyler var kadına dair. Üzerinde çalışıyorum.
Tiyatro Pangar ile birlikte yürüttüğünüz Hata Yapım Atölyesi’, ‘Seyretme, Anlama ve Oynama Atölyesi’ gibi yeni atölye çalışmaları olacak mı?
Şimdi Tiyatro Pangar’ın repertuvarına koymak istediği bir çocuk oyunu var. Onun müjdesini vereceğiz yakında. Pangar birçok disiplini bir araya getiren bir oluşum, Pangar dans ve Pangar müzik ile ilgili çalışmalar da başlayacak, çağdaş dans üzerine bir atölye çalışması da olacak.
Hata Yapım Atölyesi özellikle gençlere şu mesajı veriyor, ‘Öğrenmek için kendinize hata yapma özgürlüğü verin’, size bugüne kadar yaptığınız en büyük hatanız ne oldu diye sorsam?
Hatanın büyüğü veya küçüğü yok aslında, hata, yavaş yavaş büyüyen bir şey. Küçücük bir hata yaparsınız, onu görmezseniz zamanla büyür ve bi felakete dönüşebilir. Benim hata yapım atölyesini açma nedenim de bir hatanın sonucuydu. Pangar’ı açtığımızda bizim ilk oyunumuz Macbeth’di. İlk oyun için çok kalabalık bir oyundu, dekorla ilgili çok büyük aksaklıklar yaşandı. Bir şekilde devam etme içgüdüsüyle durulması gereken yerde durulmadı. Aslında iyi bir oyun çıktı ama 4 oyun sonra kaldırmak zorunda kaldık. Ortaya başarılı bir iş çıkmasına rağmen oyun seyirciyle yeterince buluşamadığı için bir anlamda başarısız oldu.Bu başarısızlıktan sonra benim başarısızlık korkum geçti. Bu hatadan ne kadar çok şey öğrendiğimi gördüm ve bu atölyeyi kurmaya karar verdim. Öğrenmenin başka yolu yok. Jacques Lecoq’un dediği gibi: “Hata yoksa hareket yok, hareket yoksa Ölüm var!”
Yoğun bir iş temponuz var, size kalan zamanlarınızda şehirde neler yapmayı seviyorsunuz?
Belgrad Ormanı’na gitmeyi, İstanbul’un eski hamamlarına gitmeyi çok severim. Uzun süre Haliç’te kürek çekmiştim bu ara fırsatım olamadı ama tekrar başlamak istiyorum. Doğanın içinde olunca kendimi şarj ediyorum. Evim Sabancı Müzesi’ne çok yakın, oranın kafesini çok seviyorum. Orada çok güzel yemekler ve iyi bir hizmet var, herkese tavsiye ederim. Sahilden Kanlıca’ya geçip, gezmeyi de çok severim. Altı yıl kadar Galata’da oturdum, Eminönü’nde yürüyüş yapmakta vazgeçilmezlerimden.
Ünlü bir isim olarak İstanbul’da yaşamak nasıl bir duygu? Çok tanınan bir isim olarak, şehrin tadını çıkarmak zor olmuyor mu?Tadı çıkıyor, yolda görünce mutlaka fotoğraf çektirenler oluyor ama genelde çok pozitif tepkiler alıyorum. İsterse insan kendini saklayabilir. Dolayısıyla fark edilmek istemezsem Belgrad Ormanı’na gidiyorum.
Röportaj: Zeynep Güler Ceylan
Fotoğraflar: Ayten Alpün
Fotoğrafçı asistanı: Doruk Uğurluer
Moda editörü: Hakan Öztürk
Moda editörü asistanı: Sevinç Gençdoğan
Saç: İbrahim Zengin
Makyaj: Gila Benezra
Manikür: Derya Kaya