Kıvırcık’ın kolunun altından Bastı Bacak fırtladı: “Biliyorsun sizin gibilere sokağa çıkmak yasak, yağmurlu havada su bile yok Hulusi Amca sana! O yüzden bizle iyi geçin; bakkala markete yollamaya kalkarsan bok gideriz yoksa, nıhaaaaa!” FİGEN ŞAKACI
Sabır Apartmanı’nın üçüncü katındaki daire kapısına iki kere vuruldu. İlk vuruş tekmeyle, ikincisi yumrukla yapılmıştı. Taşlıtarla’daki kırk beş yılının son üç buçuk yılını yalnız geçiren Hulusi Bey bu sesi duyduğundan son derece emindi. Gel gör ki sabahlığının alt düğmesi düştü düşecek karşı komşusu Mualla Hanım’dan başka kimse ona inanmadı.
Sahiyle sanrı arasındaki salıncakta epeydir salınan Hulusi Bey, her vehme kapıldığında telefona sarılır ve polislerden medet umardı. Bu çağrıya kim bilir kaçıncı kez gelmekten yılmış polis İzzet; kapının önünde duruşunu dik, mesafesini nizami tutmaya çalıştı; usulen birkaç soru daha sordu; fakat Hulusi Bey onunla değil, bacağının arasından geçip içeri girmeye çalışan tüylü şeyle ilgileniyor, aksak hareketlerle önünü kesmeye çalışıyordu.
“Hoşşt lan hoşşt, eşşoğlueşşek Karman” diye bağırınca Mualla Hanım çürük bir kahkahayla ona eşlik etti. İlahi Hulusi Beycim, onun adı Karman değil Çorman, bir de şuncacık köpek mi ki hoştluyorsun, kedi ayol kedi, bırak girsin de yarenlik etsin sana azıcık…
Hulusi Bey, İzzet’in omzundaki yaka numarasına konmuş tozu önce, küfrü sonra savurdu: “Herkes işine bakacak, köpek köpekliğini, komşu komşuluğunu bilecek. Kimsenin benim kapıma habersiz gelmeye hakkı yok. Haneye tecavüzdür bu, mutlak surette tecavüzdür! Bunu da yazın memur bey oğlum.”
Memur İzzet insafa gelip azarı basmadı, yalandan elinde tuttuğu deftere de giderayak bir şey yazmadı. Çorman, Hulusi Bey’in paçasına âdettendir edasıyla şöyle bir sürtündü, sonra sıkıldı, o da gitti.
Günler birbirine benzemeye yemin etmiş gibi geçmesin diye, Allah, Hulusi Bey’i hususi yaratmış olabilirdi. Hatta Mualla Hanım, Allah’ın bu kıyağı bizzat kendisine yaptığından nerdeyse emindi. Acaba Hulusi Bey de bir gün buna ayacak, her iç geçirdiğinde mutfak penceresinden ona doğru ‘of’ladığını duyacak mıydı?
Aynı esnada Hulusi Bey’in ya televizyonu bangır bangır bağırır ya da mutfak tezgâhında her daim açık duran el radyosundan eski bir şarkı çalınırdı.
Mualla Hanım’ın muallakta kalan merakı, memur İzzet’in gelmesiyle de giderilmeyince apartmanda bir şayiadır aldı yürüdü. Üç numara, Hulusi Bey’in kapısını vuranın elbette ki Mualla olduğuna yemin billah etti, yedi numara “Ulan dedikodudan gebereceksiniz be, insafsızlar” diye esti gürledi; sabah kahvesinin kapıcı servisine denk geldiği ana nişan alanlar ise hanımı Yıldız gittikten sonra Hulusi’nin tırlattığına, onun kapısını çalacak kimse kalmadığına hükmedip konuyu apartman kamuoyu adına karara bağladı.
Onca yıl nadir eserleri gözü gibi sakınan Hulusi Bey, Milli Kütüphane’deki cânım işini bırakıp Yıldız’ının ısrarıyla İstanbul’a taşınmasaydı ne bu kadar arkasından konuşulacak ne de böyle deruni bir yalnızlığın içinde kalacaktı.
Yıldız Hanım, eşinin bu şehre ısınamayışında müzmin bir müşkülpesentlik yattığını düşünse de Hulusi Bey bir gün de ağzını açıp “Plastik kokuyor hanım burası; herkes, her şey plastik kokuyor” demedi.
Biliyordu çünkü; oğullara, torunlara yakın olmaktı hanımının niyeti. Hoş, cenaze gününü milat alırsa oğullarının kapılarını çaldıkları günler bir elin parmaklarını geçmezdi.
Cezvede kahvenin taşmasıyla yine aynı sesi duyması bir oldu; telvelenmiş ocakla mı uğraşsın kapıya mı koştursun, derken ‘güm gWWüm’, ‘gümbe de güm güm’…
Cezveyi lavaboya fırlattığı gibi bir hışım çıktı mutfaktan; kimse bu münasebetsiz, kimse bu olur olmaz saatlerde kapısına vuran densiz, bu sefer mutlaka yakalayacaktı.
Açtı kapıyı, baktı sağa sola, sinsi bir sessizlikten başka bir şey yok. La havle çekerek biraz daha bekledi, yukardan kıkırdayarak iki kızın indiğini görünce az kalsın birinin saçına yapışacaktı.
“Utanmıyor musunuz kapımı çalmaya” diye bağırdı. Sekiz numaranın Kıvırcık’ı tısladı:
– Saçmalama Hulusi Amca ya, senin kapını niye çalalım biz, sana mı kaldık be!
“Sizin gibi gençler böyle şeyleri eğlence sanır bilmiyor muyum, yalan söylüyorsunuz besbelli” diye diye ufak adımlarla karşılarına dikilesi olunca, Kıvırcık’ın kolunun altından Bastı Bacak fırtladı:
– Kafayı yedin sen Hulusi Amca, bence sen yaşistsin, bak yeminle.
Kıvırcık, “Yaşist ne lan” sorusunu sakızının tükürüğünü yutarken araya sıkıştırdı. Bastı Bacak, “Bilmiyor musun kızım, ben f’leri söyleyemiyorum, nıhaaaaaa!” ünlemesiyle ortalığı çınlatınca Hulusi Bey ekşi suratıyla geri bastı.
– Biliyorsun sizin gibilere sokağa çıkmak yasak, yağmurlu havada su bile yok Hulusi Amca sana! O yüzden bizle iyi geçin; bakkala markete yollamaya kalkarsan bok gideriz yoksa, nıhaaaaa!
Kahkahalı, patırtılı indiler merdivenlerden. Hulusi Bey bir an bu köhne apartmanın, bu koca dünyanın ortasında, uzun ömrünün en sert dönemecinde kalakaldı. Bir aşağıya, bir önüne bakıyor, ayakları adım atmaya üşeniyordu.
Tam o sırada Hulusi Bey’in yavaşlığından yararlanmayı huy edinen Çorman, destursuz dalıverdi içeri. Al sana tansiyonu zıplatacak bir şey daha. Küfrü basacakken Mualla Hanım imdadına yetişti. Daha öncekilere benzemeyen bir bakışma, edilecek her sözü teferruattan saydı.
Birbirine aşina bedenlerin alışkanlıklarıyla Hulusi Bey yana çekildi, Mualla Hanım sabahlığının önünü kavuşturup Çorman’ın peşinden eve girdi.
Hulusi Bey, havada asılı duran muammanın yakasına yapışır gibi, gecikmiş bir sertlikle birdenbire fazladan erkekleşerek Mualla Hanım’a seslendi: “Böyle giderse Taşlıtarla Karakolu’na dilekçe yazacağım, önce kapıma vuranları, sonra da bu edepsiz Karman’ı yakalatacağım” dedi.
Mualla Hanım cıvıltıyla Hulusi Bey’in cümlesindeki bütün kılçıkları ayıklamaya girişti: “Her şey hızla değişti, haberin yok ayol. Bir kere oranın adı teee ne zamandır Taşlıtarla değil, bu biiiir. Senin apartmanındaki şuncacık kediyle ki adı Çorman’dır Çorman, polisler niye uğraşsın ikiiiii. Ay bu lavabonun hali ne, dur ben şimdi bol köpüklü kahve yapayım da içelim; kapın çalınacak mı çalınmayacak mı birlikte bekleyelim, hı ne dersin Hulusi Beycim, bu da üç olsun mu?”
Koklaya koklaya kendine en uygun yeri bulmuş da çoktan yalanmaya başlamış Çorman bile Hulusi Bey’in cevabını merak etmiş olacak ki, rahmetli Yıldız Hanım’ın “Benim de en nadide eserim bu” dediği berjer koltuğun arkasından çaktırmadan ikisine baktı…
Daha demin gürleşen ses bahçesine Hulusi Bey’in beş yaş hali patlak topunu kaçırdı. İşte şimdi Sabır Apartmanı daha önce hiç giyinmediği bir sadeliği kuşanmış, giriş-çıkışlar uzunca bir süreliğine herkes için yasaklanmıştı. Boşluğa açılan pencereden esen ılık bir rüzgâr Hulusi Bey’in mütereddit bir virgül gibi kıvrılıp geçtiği paspası azıcık dürttü. Üzerinde sedefi dökülmüş bir şey hafifçe kıpırdadı. Bu, Mualla Hanım’ın sabahlığında sallanmaktan yorulmuş o son düğmeydi.
YAZI: FİGEN ŞAKACI
MURAT UYURKULAK’IN YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
ASLI TOHUMCU’NUN YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
GÜNDÜZ VASSAF’IN YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN