İstiklal Caddesi’nde burnunuza gelen köfte kokusu duyulardan duygulara, nostalji kelimesinin ortaya çıkışından Marcel Proust’a nasıl bir yolculuk yaptırabilir? Öğrenmek isterseniz, buyurun siz de katılın ilginç yolculuğumuza.
Yazı: Vedat Ozan
İçinde bulunduğumuz dönemin koşulları malum, tarih kitaplarında okuduğumuz ‘kasıp kavuran salgın’ların bir benzerinin içinde buluverdik kendimizi. Mümkün mertebe dikkatli yaşamaya çalışıyor, maskeyi, dezenfektanı hazır edip mecbur olmadıkça çıkmıyoruz sokağa. Geçen hafta işte, böyle bir mecburiyet hasıl oldu ve aylar sonra yolum İstiklal Caddesi’ne düştü. Rengârenk görüntüleri de özlemişim, ne yalan söyleyeyim, hiç öyle işimi hızlı bitirmeye çabalamadım.
Caddeye paralel sokakların birinin başında burnuma öyle davetkâr bir yemek kokusu geldi ki, gayriihtiyari duralayıverdim. Hemen önümde el ele yürüyen orta yaşlı çift de benim aldığım kokuyu almış olmalıydı. Erkek, kadına dönüp “Hani daha biz çıkmaya başlamadan –ama ben sana sırılsıklam âşık olmuşken– ders çalışmak için sizin evde toplanmıştık, annen yemek hazırlayıp köfte ikram etmişti ya, o güne döndüm birden. Senden sebep heyecanımdan mı, annenin elinin maharetinden mi, nasıl da lezzetli gelmişti o köfte bana. Resmen nostalji! Koku ne acayip bir duygu” deyiverdi. Birden fazla yanlışı içeren bu cümleyi onları yoldan çevirip düzeltemedim, ama fırsat bu fırsat, müsaadenizle içimi size dökeceğim.
Duyu başka, duygu başka
Sık sık yukarıdakine benzer cümleler duyuyorum. Oysa ‘duyu’ başka şey, ‘duygu’ başka. Koku bir ‘duygu’ değil, ‘duyu’. Üstelik Aristo’dan beri dillendirilen beş temel duyudan biri. Zaman dizininde de önce duyuya yönelik uyarı, ondan sonra o uyarıyla oluşan duygusal tepki geliyor; yani duyusal uyarı olmadan duygusal tepki olmuyor. Giriş olmadan çıkış yok.
Kokunun insanı çocukluğuna götürmesi meselesine gelince ise, elbette sadece koku değil her duyusal uyarı bizi geçmişe götürebiliyor. Bir görüntü veya şarkı mesela, belleğimizde yolculuk başlatmaya yeterli. İyi de, olay ne ki herkes ‘koku’ dendiğinde anıları gündeme getiriyor?
Efendim, koku duyumuzun beynimizde işlendiği bölge olan limbik sistem aynı zamanda bellek ve duygu durumlarımızın işlendiği bölge. Bütün duyulara gelen uyarılar eninde sonunda limbik sistemimize ulaşıyor. Ancak koku dışındakilere gelen uyarılar beynimizin bilişsel bölgesinde işleme tabi tutuluyor, sonrasında limbik sisteme yönlendiriliyor. Oysa koku uyarıları bilişsel süzgeçten geçmeden, dolaysız olarak ve öncelikle limbik sisteme erişiyor. Dolayısıyla kokulara verilen tepkiler bilişsel/mantıklı değil, duygu yoğun tepkiler. Kokuları duyumsayınca görece daha fazla şey anımsamıyoruz ancak anımsadığımızı duygusal yoğunluğunu çok daha fazla olarak yaşıyoruz. Bir başka deyişle, o geçmiş anının içine girmemiz, onu yeniden kurgulayarak yaşamamız kolaylaşıyor.
Peki nostalji ne? Nostalji sanıldığı gibi ‘ideal geçmişe arzu duymak’ değil, zira nostalji ZAMAN değil, YER ile ilgili bir durum belirtiyor. Yunanca iki kelimenin bir araya gelmesinden oluşuyor: Nostos ve algos. Nostos ‘yuva’, algos ise ‘acı, keder’ anlamında. Binaenaleyh, nostalgia’nın doğru açılımı da ‘doyurulamamış eve dönüş arzusundan kaynaklanan acı ve keder’.
“Kokuları duyumsayınca görece daha fazla şey anımsamıyoruz ancak anımsadığımızı, duygusal yoğunluğunu çok daha fazla olarak yaşıyoruz.”
İsviçreli Hastalığı
Kelime 1688’de ortaya çıkıyor, kullanan da tıp öğrencisi Hofer Bey. Kendisi bu acılı duruma Mal du Suisse yani ‘İsviçreli Hastalığı’ da diyor zira hastalığa ortaçağdan beri ülke dışında, özellikle de Fransızların yanında paralı askerlik yapan İsviçrelilerde çok sık rastlanıyor.
Memleketlerinden uzak, savaşla yaşayan bu İsviçreli ‘lejyoner’ gençler, İsviçre’deki dağları, yaylaları, Alp havasını, evlerini özlüyor. Ne var ki bu karşılanabilecek bir özlem değil; yani söz konusu olan doyurulamayacağı bilinen bir arzu. Bu olumsuz durum iştah kaybı, uykusuzluk, mide bulantısı, baş dönmesi, bayılma ve intihara varabilen depresyonlara yol açıyor. Hofer Bey de tezinde bu arazları tanımlayarak nostos ile algos’u bir ediyor, nostalgia ismini veriyor.
Fark ettiniz herhalde, bu patolojik durumun var olabilmesi için mutlaka yuvadan ayrı olunması gerekiyor; hep evinizde, yani yuvadaysanız, evdeyken eve özlem olmayacağından nostalji falan da olmuyor.
Hofer Bey’in nostalgia’yı ayrı bir hastalık olarak ele almasına Basel’de yaşayan Bern’li bir öğrencinin aşırı heyecan, yorgunluk, çarpıntı gibi rahatsızlıklarına şahit olması yol açıyor. Genç, derdine deva bulunamayınca “Bari evinde ölsün” diye memleketine gönderiliyor. Ne var ki, evine varınca ölmek ne kelime, günden güne iyileşiyor, toparlanıyor. Benzer birkaç vakayı daha takip eden Hofer Bey de başka hiçbir sebebin bu ilginç durumu açıklamaya kâfi gelmediğini fark ederek ayrı bir hastalık tanımı yapıyor. Uzatmayayım, etimolojisi itibariyle nostaljide asıl özlediğiniz ‘o an’ değil, ‘orası’.
Peki nostaljinin geçmişe özlemle hiç mi ilgisi yok? Var elbette; yere özlem duyulması onu ‘yerde geçirilmiş olunan zaman’ anlamında geçmişe bağlıyor. Ancak bu bağ, kelimenin ortaya çıkışında öncelikli değil. Ne var ki 1920’lerden başlayarak nostalji kelimesinin kullanımında artık ikincil bağı birincinin yerine koyuyor, yeri bırakıp zamana bağlıyoruz. Bu da bizi geçen hafta İstiklal’de önümde yürüyen beyefendinin eşine yeni âşık olduğu günlere bellek yolculuk yapmasına sebep olan köfte kokusuna kadar getiriyor.
O cümleleri duyduğumda aklıma kaçınılmaz olarak Proust da geldi tabii. Biliyorsunuz, madlen kekini çaya batırıp çocukluğuna gitmiş, o bellek yolculuğu da edebiyat dünyasına yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde olarak yansımıştı.
Böyle oluyor hep, kimi bir küçük kekin kokusunu çocukluğundaki bir dönemle, kimi de bir lokma köfteyi âşık olduğu kişiyle etiketliyor. Olgu, kişi veya olaylarla etiketlenen bu kokuların etiketlerinin değişme, üzerlerine yeni bilgi yazılma olasılıkları da neredeyse hiç yok.