Pandemiye rağmen hızına yetişilmesi zor bir enerjiyle durmadan akıyor İstanbul. Değişiyor, dönüşüyor, yaşıyor. Erguvanlar Boğaz’ın rengini değiştirirken, birileri Aya Yorgi yürüyüşünde dilekler asacak, Arkeoloji Müzesi’ndeki İskender Lahdi görenleri yine kendine hayran bırakacak, Kabataş’ta, Karaköy’de bambaşka manzaralar şehre eklenecek belki. Gözümü ondan ayırmadan olup bitenlere biraz kulak kabarttım.
Yazı: Güler Emektar
Bazen kafama eser, herkes yerli yerinde mi diye etrafta teftişe çıkarım, ama işin komiği ‘şehri yoklayayım’ derken arada ben kaybolurum. Misal Kariye Müzesi diye yola düşer, Edirnekapı’da, hiç tanımadığım biriyle mimar Bruno Taut’un mezarını ararken bulurum kendimi. Ya da Saraçhane’de dolmuştan iner, ‘şuradan Vefa’ya bağlanayım’ derken İMÇ’de Kuzgun Acar’ın kuşları, Bedri Rahmi’nin balıklarıyla başka yerlere uzanırım. İstanbul’un bu oyunlarını pek severim ama kim gelmiş, ne değişmiş bunları da kaçırmamaya çalışırım. Biz durunca sanıyoruz ki şehir de duruyor! Halbuki İstanbul hiç durur mu? Gerçi biz de pek durmadık. Dursak, Ihlamur Kasrı’ndaki manolya ağaçlarını hepimiz nasıl fotoğraflayabilirdik? İtiraz etmeyin gördüm; boy boy, selfie selfie gördüm.
Şehrin en ünlüsü, en görkemlisi
Dolmabahçe Milli Saraylar Resim Müzesi’nin manolyaları da müzenin kendisi gibi gündeme görkemli giriş yapanlardan. Bildiğiniz üzere sene başında açılmıştı müze. Zonaro, Ayvazovski, Şeker Ahmed Paşa, İbrahim Çallı, Osman Hamdi Bey, daha kimler kimler… Ve fakat sergi salonlarına varabilmek için önce sarayın güzelim bahçesinden, muhteşem deniz manzarasından, hayranlık veren mimarisinden, zamanı unutturan çay salonlarından falan kopabilmeniz lazım. Tüm bunlar yolunuzdan alıkoymazsa, resim koleksiyonu sizindir! Allah’tan ortam biraz karartılmıştı da altın yaldızlarla süslü tavanlar aklımı almadan müzeden ayrılabildim. Sonra da Beşiktaş’tan Tophane’ye doğru neredeyse denizi göremeden yürüdüm. Denizimizi çalmışlar resmen! Ne olur ne olmaz diye yürürken bazı arkadaşlara selendim: -Nusretiye Camii? -Buradaa! -Ana ve Çocuk? -Buradaa! -Kılıç Ali Paşa Camii? -Buradaa! Yol boyunca başkalarıyla da karşılaştım. Yazıcızade Apartmanı’nı geçtim. Boğazkesen Simitçi Fırını’nı geçtim. Zanaat Kafe’nin sütunlarını, tavuklarını, kartonpiyerlerini geçtim. Tomtom Kaptan’ı geçtim. Yorgancı Beşir Usta’ya hâl hatır sordum. En son Galatasaray’a varmadan Hamidiye Çeşmesi’ni de geçince nihayet düzlüğe çıktım. Hemen sağdan devam edip Atlas Pasajı’nda soluklanacağım.
Beyoğlu’ndan haberler
Yakın zamanda Atlas’ta açılan İstanbul Sinema Müzesi, maruz kaldığı yoğun ilgiden dolayı şehrin yeni ünlülerinden; üstelik ülkenin de ilk sinema müzesi. Pasajın girişindeki film afişleri yok, sağ taraftaki gişe yok, Sefahathane yok, Küçük Sahne yok, sinema salonu da yok. Peki ne var? Tarihi yapının titiz bir restorasyonla ortaya çıkarılmış güzellikleri, göz alıcı tavan resimleri, filmler, ödüller, kostümler, araçlar gereçler, Karagöz’ler, Hacivat’lar, artırılmış gerçekler, Gulyabani’si, Kemal Sunal’ı, Adile Naşit’i ve sevdiğimiz oyuncularıyla buram buram bir Yeşilçam nostaljisi… Bir zamanlar Beyoğlu’nda bir sinemadan çıkıp ötekine girerek yaptığımız yolculuk, şimdi bu müzenin katlarına sığdırılmış. Hepsinden sonra insan yine de Atlas Sineması’nın kendisi nerede diye sormadan edemiyor.
Sinema Müzesi tamam ama Atlas Sineması’nın kendisi nerede?
Birtakım tuhaflıklar, dönüşümler
Şehirde tuhaf şeyler de olmuyor değil. Mesela bir gün Galata Meydanı’ndaki tarihi bir binanın, kırmızı renkli devasa bir poster tarafından ele geçirildiğini gördüm. Nusret, sanki bütün İstanbul’un üstüne kocaman tuz taneleri bırakıyordu. Mevzuata uygun olmayınca posteri gitti ama Nusret mahallenin yeni ev sahibi olacağa benziyor. Yine bir sabah uyandık, Kasımpaşa’daki tarihi Divanhane Eski Karakolu’nun kendisini yerinde korumak varken yıkılıp başka bir yerde yeniden yapılacağını öğrendik. Yoruma muhtaç bir durum daha. Bunlardan sonra yine de Rumeli Caddesi’ndeki bir apartmanın, ayıcıklar tarafından kuşatılmasına şaşırmayı başardık! Etrafta dolaşırken fark ettim ki Galataport ve Haliçport gümbür gümbür geliyor. Tarihi hanlar otellere, mahalleleriyle bütünleşmiş küçük dükkânlar kafelere, mağazalara dönüşüyor. Bu mekânların tanıklığından geriye kalacak boşluğu, hangi otel ya da kafe doldurur, bilemiyorum. Artin Usta’nın hatırası Kuledibi’nde dolaşıyor hâlâ. Şu dönüşümler, inşallah koca bir ağız gibi tüm hafızamızı yutmaz. Bu temenniyle gözümü Vedat Tek’in, kültür merkezine dönüşecek şaheseri Liman Han’ına dikip, kulağımı da Garanti Bankası tarafından satışa çıkarılarak yeni sahibini bekleyen Bulgur Palas’a vermişken, İstanbul Kara Surları’ndan haber geldi. 25 yıl aradan sonra başlatılan restorasyon, öncelikle çökme tehlikesi olan 20 burcu kapsıyormuş ve Yedikule’den Galata’daki Ceneviz surlarına uzanacakmış. Narmanlı Han’ın şeker hamurundan yapılmış bir pasta olmadığını her defasında kendime hatırlatan biri olarak, İBB Bilim Kurulu’nda yer alan Prof. Dr. Zeynep Ahunbay’ın “Çok fazla müdahale etmeden var olanı yaşatmak. Korumak budur” cümlesi içime su serpti. Kapanışı İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın ‘Ekolojik Dönüşüm için Kültür ve Sanat’ başlıklı raporuyla yapayım. Kültür sanat kurumlarının ekolojik dönüşümdeki rolünü tartışmaya açan rapor, Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hande Paker tarafından hazırlandı. Doğası bunca talan edilmiş İstanbul’un, tüm dönüşümler içinde en çok ekolojik dönüşüme ihtiyacı var. Düşünsenize, bu koca şehirde, bin 600 yıldır tarım geleneğini sürdüren bostanlar var. Sadece tarihi-kültürel mirasın değil kent ekolojisinin de en önemli yaşam alanlarından Yedikule Bostanları, yüzlerce yıllık birikimiyle şehrin geleceği adına çok şey söylüyor. Gördüğünüz gibi hızına yetişilmesi zor bir enerjiyle durmadan akıyor İstanbul. Şehir durmuyor da ben durur muyum? Gideyim de Gezi Parkı’nın ağaçlarını sayayım.