Resim, heykel, klasik müzik, edebiyat gibi farklı disiplinlerde üretilmiş sanat eserlerini, birer yapı olarak analiz etmeye odaklanın. Nasıl mı? Son kitabı ‘Yapı(t)söküm’ vesilesiyle bir araya geldiğimiz Yalın Alpay’ın anlattıklarına kulak kesilerek…
Röportaj: Eftalya Köseoğlu
Yeni yayımlanan kitabınız ‘Yapı(t)söküm’ çok ilgi görüyor. İlk baskısı ilk iki haftada tükendi, ikinci baskı da bitmek üzere. Kitabınızı sizden dinleyebilir miyiz?
‘Yapı(t)söküm’ resim, heykel, klasik müzik, çizgi roman ve sinema gibi sanat dallarında yazdığım makalelerden oluşuyor. Bu makalelerde sanat yapıtlarının birer yapı olduğunu, bu yapılar nasıl inşa ediliyorsa aynı şekilde de geriye sökülebileceklerini varsayarak, bileşenlerini rasyonalite ile sezgi arakesitinde ele almaya çalıştım. Bu bileşenlerin özelliklerini, birbirleriyle ilişkilerini, yapıt üzerindeki etkilerini, yapıtın bütünüyle parça arasındaki etkileşimin ürettiği algıları deşifre etmeye çabaladım.
FluTV’de programlarınızı kütüphane odanızda çekiyorsunuz, haliyle fotoğraf olarak oldukça meşhur bir kütüphaneniz var. Kitaplarla ilişkinizi nasıl özetlersiniz?
Kitaplara evrenin, insanın, insan ilişkilerinin, düşüncenin, felsefenin birer temsil modellemesi olarak bakabiliriz. Yazarının kalitesine göre bu modellemeler isabetsiz, ilkel, donanımlı, zihin açıcı, yaşam kurtarıcı, seviye atlatıcı olabilir. Aşırı dağılmış ve saçılmış tümel yaşamın karmakarışık yığıntısı yerine, zihin sarayları önerirler. Yaşamı indirgeseler de zihne uyumlu yalınlaştırılmış modeller, başka zihinlere transfer edilebilecek şablonlar, yeni zihinsel tasarımlara yol açacak öncül kavramlar üretirler. Bunu ürettiğiniz kişisel zihin sarayınıza, bazı tasarımları hazır almak olarak düşünebilirsiniz. Özetlersem, kitapları, başka kişilerin ürettikleri zihin sarayları diye görüyorum ve onların yaşam modellemelerini okuyarak zihne atmayı mucizevi bir donanımlanma olarak algılıyorum. Bu kitapların birçoğunda zorunlu olarak ciddi şekilde isabetsiz modellemelerle karşılaşılacaktır. Fakat bu çok önemli değil. Modellemenin kendisi zaten yanılmaya yazgılıdır. Fakat kişi ancak gördüğü model sayısıyla doğru orantılı olarak görece isabetli bir zihin sarayı inşa edebilir.
Kitaplarla bu kadar yakın ilişkide biri olarak bibliyoterapiye inanıyor musunuz?
Kitabın terapi olarak kullanılması da benzer nedenlerden ötürü bana son derece mümkün gelir. Var olan yerine, ona ilişkin üretilmiş bir model, var olandan çok daha romantik, çok daha mutlu, sevimli, iştah açıcı, yaşam sevinci verici bir şekilde tasarlanabilir. İnsan zihni gerçekliğe ulaşmaktan çok, kendi yetenekleri çerçevesinde düş üretmekte başarılıdır. Düşlerin ve düşüncelerin zihinler arasında transfer edilebilir olmaları, gerçek yaşamdan çok daha hoş, zarif, mutlu, estetik, yaşam sevinci üreten zihinsel modeller şeklindeki kitapların, onları okuyanlara yaşamın zorluklarına ara verdirtme kapasitesi vardır ve bu azımsanamayacak bir güçtedir. Ancak şunu eklemek isterim, kitabın transfer ettiği düş ve düşüncelerin kişiyi yoldan çıkarma, kötümserliğe itme, kendisini suçlu hissetme gibi olumsuz yönlere atması da mümkündür. Madem düşsel ve düşünsel olan gerçekliği isabetle yakalamaktan çok, ona benzediğini ileri süren bazı inşalardan ibarettir, bu inşalar neden yaşamın kendisinden çok daha bunaltıcı, sıkıcı ve zorlayıcı olmasın? Faşizmin, din uğruna insan öldürenlerin, kendisine aktarılan modeller yüzünden kendi psikolojisinden utananların sayısı da hiç az değildir. Kitap kendinde bir varlık olarak arı bir olumluluk değildir. Kitap, onu üretmiş olan zihin sarayının bir izdüşümü olarak, her türlü düş ve düşünceyi yayabilir. Bu olumlu da olumsuz da olabilir. Kişiyi bir düş cenneti kadar, içinden çıkılmaz bir cehenneme de kapatabilir. Bu yüzden okur hiçbir zaman başkasının zihin saraylarına mutlak bir itaat göstermemelidir. O her zaman kendi tasarımının peşinde bir tasarımcı gibi davranma görevinde kalsa iyi olur. Ona düşen bir öz ayıklayıcı, öz denetimci olarak verileri her daim kontrol eden ve kendi psikolojisine, gereksinimlerine, rasyonalitesine uygun bir mimarinin peşinde koşan zihin mimarı olmayı unutmamak.
“Kitaplar hazır alınan zihin saraylarıdır”
Kitaplar hazırlanmış zihin saraylarıdır, kişi bir kulübe yaparken bile ne kadar çok modele bakarsa, o kadar iyi bir kulübe üretebildiğini bilirken, dev bir zihin sarayını hiçbir modele bakmadan, salt yaşamdan kendi kişisel deneyimleriyle çektiği verilere dayanarak kuracağını düşünüyorsa, kendisini bir gecekonduda yaşamaya hazırlasa iyi olur. Siz dev bir saray inşa ederken, bu sarayın oturma odasını Dostoyevski’nin, verandasını ve teraslarını Sartre’ın, yatak odasını Sade’ın, dinlenme odasını Hobbes’un mobilyalarıyla donatmayı tercih edebilirsiniz. Ya da bu mobilyaların tasarımlarından yola çıkarak, onların üstüne koyarak ya da onları melezleyerek yeni hazır ürünler elde edebilirsiniz. Her şeyi baştan kendi başınıza üretmek istediğinde, insan felsefe tarihinin en başına dönmek zorunda kalır. Çünkü felsefe tarihinin binlerce yıllık sürecinde üretilmiş hiçbir kavramı, kuramı, tartışmayı bilmiyor olacaktır ve bir kişinin tüm bunları kısıtlı bir yaşam sürecinde bulması söz konusu olamaz. Okumak, onları itaatkâr bir biçimde zihninize attığınızda değil, onlarla kendi ürünlerinizi ürettiğinizde yaratıcı ve yapıcıdır.
Zihniniz bana yeni temizlenmiş bir ev gibi pırıl pırıl ve çok düzenli geliyor. Bu kadar farklı disiplinden bilgiyi ari bir biçimde zihninizde nasıl depolayabiliyorsunuz?
Yaşam kendisini bize hiçbir disiplinle sınırlandırmadan, kategorize etmeden, sterillikten uzak bir şekilde boca eder. Her şey, her şeyin içerisine sızmıştır; yaşamın, mimari, güzel sanatlar, doğa bilimleri gibi bir ayrımı yoktur, o tümel bir var oluştur. Her şey üzerimize yağar. Bizler de yaşamın özneleri olarak, onu hem algılamaya çalışırız hem de onun içerisinde var oluruz. Kişinin kendini ve dünyayı kavramaya çalışması bu nedenle, yeterince uzaktan bakıldığında aynı şey gibidir. Fakat kusurlu zihinlerimiz, dünyayı halihazırda olduğu şekliyle, bir bütün olarak algılayıp anlamlandırmak için yetersizdir. Bizim kavrayışımız nereye odaklanırsa, ona dair düşünce ve idrak geliştirebilen fakat dar odağının dışında kalan her yere flulaşan güçsüz bir mekanizmadır. Zihne veri alırken, onları bir kütüphaneci gibi sınıflandırmak, benzer olanları yan yana dizmek, verileri anlamlandırabilecek kuramlarla ilişkiye sokmak ve kurduğunuz kategoriler arasında her zaman çoklu ilişkiler tesis etmeyi gözetmek gerekir. Sonradan bu zihin sarayı içerisinde o veri pek çok ödeve koşulabilir, fakat o verinin varlığını anımsayabilmeniz için, onun kaydedildiği anda nereye zimmetlendiğinin bilincinde olmalısınız. Kategorize edilmemiş her veri, zihinde yok hükmündedir.
“Yaşamı inşa ederken zihnimize aldığımız verileri kategorize etmeliyiz” diyebilir miyiz?
Verilerle dış dünyayı bir kez inşa etmeye giriştiniz mi, o verilerin ne kadar eksik olduğunu daha önce hiç fark etmediğiniz kadar derinden anlarsınız. Bu da size zihin sarayı inşa etmenize izin vermeyen bir engel çıkarmış olur. Onu aşmak için yeni veriler çekmek zorunda kalırsınız. Bu veriler bazen anlamsızlaşmaya başlayabilir, o zaman da şunu düşünürsünüz, verileri işlemek için elimdeki kuramsal araçlar eksik kaldı. İşte o zaman kendi işletim sisteminizi yeni kuramlar üretmek için zorlamış olursunuz. O da bir süre zorlanır, ardından görevini yerine getirir. Böylece zihin sarayınız giderek komplikeleşir, rafineleşir. Dışarının kusursuz bir temsilini vermekten yine çok uzaktır ancak bir zihin sarayı bağlamında oldukça güçlenebilir. Bir bütün olan ve kategorilerden oluşmayan yaşamı, zihnin onu ancak parçalayarak algılayabilen kusurlu yapısı yüzünden parçalar ve kategorize eder. Böylece giderek kendi sarayını berraklaştırır. Bu berraklık az veriyle gerçekleştiğinde ortaya bir saray değil, ilkel kulübe çıkar. Ne kadar veriyle, ne kadar fazla bağlantıyla ve ne kadar farklı kuramlarla inşa edilmişse, saray o kadar yüceleşir. Ancak yine altını çizmekte yarar var; zihin sarayı ne kadar yüce olursa olsun, kendi dışını da kişinin içini de hiçbir zaman isabetle temsil edemez. Sadece isabetsizliğindeki oran azalabilir.
Yazarlar ve sanatçılar için başlı başına bir ilham kaynağı olan İstanbul sizin üretiminiz için ne ifade ediyor?
Zihinsel üretimimde İstanbul’un doğduğum ve yaşadığım kent olarak etkilediği bileşenler var. Burası, 20’nci yüzyılda ve 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde dünyanın merkezinden çok çevresine denk gelen bir kent olmakla birlikte, merkez ülkelerin önde gelen kentlerine yakın olanaklar sunan, bazen onlardan daha avantajlı görünen bir yer. İstanbul dünya kültüründe, sanatında, ekonomisinde ve siyasetinde kavram ihraç edebilen bir kent olmamakla birlikte, tüm bu dalların en iyi örneklerini ithal edebiliyor. İstanbul’un iklimini, coğrafyasını, kültürel geçmişinin zenginliğini ve 24 saat yaşayan bir kent olmasını seviyorum. Fakat çalışmalarım üzerinde İstanbul’un gerçek bir ağırlığı ve etkisi var mı diye sorarsanız, üzerimdeki yazınsal etkisi ne çok güçlü ne de dönüştürücü. Fakat İstanbul’da yaşamayı seviyorum, bu kenti Paris’ten sonra en çok mutlu olduğum kent olarak algılıyorum.