Ana SayfaHASAN BÜLENT KAHRAMANMavi deniz, beyaz mermer: Akdeniz yazı

Mavi deniz, beyaz mermer: Akdeniz yazı

Yazan: Hasan Bülent Kahraman

Yazın geldiğini anlamak için herkesin yöntemi farklıdır. Ben eskiden ne hikmetse, ders vermeyi bitirdikten, sınav kağıtlarını okuduktan sonra Platon’un bütün eserlerinin bulunduğu cildi kütüphaneden alır, salonun sessizliğine çekilir, insanda hülyalar uyandıran masmavi göğü gören camın önündeki kanepeye uzanır, balkon kapısını açar, içeri dolan kuş, martı ve kedi seslerini dinler, ansızın doğan erinç duygusuyla kitaba gömülür, düşüncelere dalardım.

Artık yapmıyorum. Bazı alışkanlıklarımız zaman içinde bilmediğimiz bir şekilde bizi terk eder, bize de onları anmak kalır. Zaman biraz da insanın kendisine yabancılaşmasının, kendisini git gide uzaklaşan bir aynada izlemesi demek. Her zaman söylerim, o çok yakındığımız rutin aslında hayatın anlamıdır. Her gün aynı saatte aynı şeyi yapmak hayatı doğrular, varlığımızı bize kanıtlar. Rutin oluşturan bir alışkanlık kaybolunca o doğrulama işlemi de yaşamımızdan çekilip gider, bazı şeyler boşlukta kalmaya başlar. Benim durumumda, eskiden ‘itiyat’ denen alışkanlığımı yitirdiğimden, kendi kendime düşünüyorum, yazın geldiğini nasıl anlıyorum?

Güzel yaz kendisini bir şekilde duyumsatıyor ama içinde yaşadığımız zamanların garipliğini bir de ben söylemeyeyim diyorum ne yapsam o gerçeği aşamıyorum. Şu satırları yazdığım sırada yazın ortasındayız fakat dışarıda yağmur yağıyor. Anlaşılan Platon değil de yaz benden kaçtıkça kaçıyor. Etrafıma da öyle söylüyor, Haziran’ı bahara verdik ama Eylül’ü yaza kazandık diyorum.

Kendimi Platon’un kitabı yerine başka kitapları elime alırken yakalıyorum ve galiba bu tutumum hiç değişmiyor. Yaz, Akdeniz’dir. Faulkner’ın Ağustos Işığı  eşliğinde kitaplığın tozlu ve karmaşık raflarında bir yıldır uyuyan kitapları elime alıyorum. Bunlar genellikle Akdeniz’i anlatan, bırakın anlatmayı öyküleriyle bile insana hayaller kurduran yapıtlar. Çok uzun bir listedir bu ama yine bu platformda yayınladığım bir yazıda belirttiğim gibi sadece Lawrence Durrell’ın Akdeniz adalarında, Korfu, Rodos, Kıbrıs, geçirdiği zamanı anlatan kitapları, Arthur Miller’in yine Durrell’ın daveti üstüne gittiği Yunanistan anılarını anlattığı The Colossus of Maroussi’yi anayım. (Sonradan bu kitabı biraz değiştirmiştir ve büyük şair Urlalı Seferis’in eşiyle mektuplaşmaları başlı başına bir serüvendir çünkü, Miller hatıralarını/günlüğünü el yazısıyla yazmış ve ozana yaş gününde hediye etmiştir, 1939 yılında, zamanı geldiğinde anımsamış, kitap olarak bastırmak istemiş ve kendisinden göndermesini rica etmiştir, kitap öylelikle ortaya çıkmıştır. Öte yandan Lawrence Durrell, ne yazmışsa muhteşemdir diyemem ama herhalde İskenderiye Dörtlüsü 20’nci yüzyılın en önemli yapıtları arasında olduğu gibi benim için de vazgeçilmez bir romandır. Romanın kadın kahramanı Justine benimle yaşamaktadır. Buna karşılık Avignon Beşlisi’ni o kadar sevmedim. Ama deniz, ada hatıraları muazzamdır.

19’uncu yüzyıl, Helen ve Roma uygarlıklarının yeniden keşfine yol açtı. Müthiş bir konudur. Freud gibi bir ‘uzak’ düşünür/bilim adamı bile o tesir altındaydı. Oedipius’la, Antigone’yle o bağlamda ilgilendi. “Benim” diyen herkes bir kere Atina’ya gitti, Parthenon’u ziyaret etti fakat özellikle Romantikler için vazgeçilmez ülke İtalya’ydı. İsteyen sadece D. H. Lawrence’ın basit ama lezzetli İtalya/Sicilya gezisini anlattığı Twilight in Italy (İtalya’da Şafak) adlı küçük kitabını okuyabilir. Durrell, 19’uncu yüzyıl yazarı değildi ama karmaşık duygular içinde Sicilya adasına gitti, yolculuğunu Sicilian Carousel isimli kitabında anlattı. Büyük yazarların yazdığı her şeyde hikmet olduğundan nefistir diyeceğim ama benim için asıl önemli yanı kitabın, Sicilya-Roma-Akdeniz ilişkisini nefis şekilde duyumsatmasıdır. (O arada bu İtalya-edebiyat ilişkisi o derecede yoğundur ki, onları kuşatan sayısız antoloji yayınlanmıştır. Gene de Latin, Arap, Bizans etkisi altında kalması hasebiyle de en ilginç yer Sicilya ve Venedik’miş gibi gelir bana. Bu görüşüme de muhteşem yazarların yazılarını içeren şu kitabı okuduktan sonra vardım: Sicily: A Literary Guide for Travellers. Akdeniz’in ne olduğunu da insan bu kitapları okuyunca anlıyor.)

Yaz, ketendendir ve yaz Akdeniz’dir, bir daha belirteyim ve yaz bu kitapları okumaktır. Akdeniz’de engin kıyıları bulunan bir ülke olarak ne yazık ki, bu büyük coğrafyayı yeterince kullandığımızı söyleyemem. Doğrudur, 1960’ların ikinci yarısından, 1970’lerden başlayarak Bodrum’u kendimize yaz üssü edindik, zamanla gidip geldiğimiz yerler genişledi fakat yine de Akdeniz’i ne tanıdığımızı söyleyebilirim ne yaşadığımızı. Birçok nedeni var bunun. Başta geleni, bana göre, Akdeniz uygarlığını unutup kendimizi sadece Anadolu Türk ve İslam uygarlığına hapsedişimizdir. ‘Hapsetmek’ sözcüğünü bilerek kullandım, çünkü o uygarlık da büyükler büyüğü bir uygarlıktır fakat sadece onun içinden dünyaya bakmak yetmez.

Öte yandan, İslam-Türk-Selçuklu-Osmanlı uygarlığını, oluşturan yüksek kültürel bilinci de aramak, bulmak, anlamak çabasında değiliz. Onların halk nezdinde kristalleşmiş ve elbette yine çok yüce olan fakat zamanla dönüşmüş özellikleriyle meşgulüz. Oysa Doğan Kuban üstadımızın yıllar yılı bin bir çabayla gösterdiği gibi Anadolu mimarlığı bir bütündür. Türkler Anadolu’ya hayli geç geldiler. Eğer 1071’i esas alırsak, bu, aşağı yukarı 13’üncü yüzyıl demektir. O kadar geç tarihe kadar bu büyük coğrafyada, bu büyük yarımadada yaşanan uygarlıkları insanın aklından geçirmesi dahi ürperticidir. Bırakın Hititlilerden başlamayı, Türkler heves ve heyecanlarıyla akarsu gibi Anadolu’ya vardıklarında burada Ermeni, Bizans imparatorlukları, Kürt beylikleri vardı. “Büyük uygarlıklar üretmemişlerdi, Türkler karşılarında hiçbir şey bulmadı, çıplak Anadolu’ya girdiler” demek, vakti zamanında Türk Tarih Tezi’nin “Türkler bir gölün kuruması nedeniyle Orta Asya’yı terk ettiler” demesi kadar saçmadır. Hayır, Türkler büyük bir kültürel miras devraldılar. Sadece Speros Vryonis’in Küçük Asya’da Orta Çağ Helenizminin Çöküşü ve 11. Yüzyıldan Başlayarak 15. Yüzyıla Kadar İslamlaşma başlıklı dudak uçuklatan kitabını okumak yeter.

Türkler, elbette ‘Akdeniz uygarlığı’ diye bir kavramın farkında değillerdi. Fakat Alaeddin Keykubat’ın hızla Alanya’ya, güneye inip tersaneler inşa ettirmesine ne diyeceğiz? Senesi de yazayım, 1228’de başlamış ve bir yıl içinde tamamlanmıştır. Türkiye, Türklük bilinci gibi konularda değme sosyologlardan daha ileri görüşler geliştiren ve işin ruhunu yakalayan Yahya Kemal, bundan 100 yıl önce bu konu üstünde düşünüyor ve Akdeniz uygarlığının camilerimizi ışığa ve maviye boğduğunu belirtiyordu. Büyük şairin görüşünü kabul etmeyecek kimsenin olduğu kanısında değilim. Osmanlıların hızla Rumeli’ye açıldığını ve imparatorluğu bir Doğu Avrupa-Balkan imparatorluğu olarak kurduğunu, büyük donanmalar vücuda getirdiğini, o muhteşem gemilerin Akdeniz’de cirit attığını düşünmek kafidir.

Akdeniz konusundaki bu görüşler zamanla iki aşamada daha ele alınmıştır. İlki, bizzat Yahya Kemal’in Yakup Kadri’yle birlikte nev-Yunanilik diye adlandırdığı ‘hareket’tir. Yahya Kemal bazı şiirlerini o doğrultuda yazdığı gibi (mesela ‘Sicilya Kızları’, mesela ‘Biblos Kadınları’ ve ilginçtir, Yunanîlik derken Sicilya ve Biblos üstüne bir şiir yazmaktadır) konuşma Türkçesini şiir diline dönüştürürken kurduğu bu yeni dilin gözünün önünde ‘beyaz mermerler’ gibi açıldığını söylemiştir ki, bu da gene Yunan/Akdeniz sanatına bir telmihtir. Bu çaba kısa süre sonra terk edilmiştir ama Yakup Kadri de ‘esatirî’ bazı düzyazı şiirler yazmıştır. Hareketi bitiren, Ömer Seyfettin’in ürkütücü derecede sert ve haksız bir öyküsüdür.

İkinci hareket eşi menendi olmayan Halikarnas Balıkçısı ve etrafına topladığı, bazı yönleriyle çok eleştirdiğim ‘Mavi Anadolu’ grubunun yani Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol’un ve onların önderliğinde şu ‘mavi yolculuk’ dediğimiz artık tümden yozlaşmış ‘işi’ başlatan grubun görüşleridir. Çok ilginç bir savla gelmişlerdir: ‘Anadolu’daki tüm uygarlıklar bizimdir’. Fakat Balıkçı işi daha da ‘bilimsel’ bir noktaya taşımıştır. İddiasına göre dünyanın antik Yunan uygarlığı diye tanıdığı uygarlık esasında İyonya’da yani bugünkü Ege kıyılarının oluşturduğu bölgede doğmuştur, kısacası, bir Anadolu uygarlığıdır. Görüşünü ölene kadar kaleminin var gücüyle savundu Balıkçı. Erhat’ın Mavi Anadolu ve Mavi Yolculuk, Balıkçı’nın Hey Koca Yurt, Altıncı Kıta Akdeniz (ki, bu iddia başlı başına bir önemdedir ve Braudel’in ‘Akdeniz’ kavramını genişletir) kitaplarını okumadan Akdeniz’i, kendi tabirimle söylersem Anadolu Akdeniz’ini anlamak olanaksızdır. Bir de diğerleri kadar zevkli olmasa bile unutulmuş bir kitabı anımsatayım: Fikret Adil’in, Beyaz Yollar Mavi Deniz isimli küçük kitabı. Hazin olanı şu ki, Mavi Anadoluculardan sonra bu konu üstünde bir şey yazıp çizmiyoruz. (O arada olağanüstü ilginç bir insan öyküsü kadar muhteşem bir üslup/Türkçe okumak isteyenler de Balıkçı’nın Mavi Sürgün kitabını okumalıdır, zaten onu okumayanı ben pek bir yerler koymam zihnimde.)

Balıkçı’nın önermesinden devam edeyim: İyonya bugünkü Egedir. Şimdi bir yudum su içer gibi basitçe anıp geçtiğimiz Efesos, Miletos, Pirene gibi 12 şehir devletinden oluşan bu birlik, Pisagor’u, Tales’i, büyük tarihçi Heredotus’u, Bodrumlu Homeros’u, Heraklitos’u, Anaksagoras’ı çıkarıyordu. Ötesi olabilir mi? Efes 700 bin nüfuslu bir liman kentiydi. Bugünkü Foça da Urla da İzmir de o bölgenin içindeydi. (Bu önemli kişiler öyküsünde Anadolu’yu unutmamak gerekir. Coğrafyanın yeryüzündeki kurucusu Strabon, Amasya doğumludur. (Sadece Strabon adı, o kenti dünyanın en önemli kentlerinden biri yapmaya yeter ama biz bu ilişkiyi dahi bilmiyoruz.) Sardis’i tanımadan, Ara Güler’in bir gece tesadüfen bulduğu Aphrodisias’ı görmeden bence tamamlanmak olanaksızdır, insan ebediyen eksik kalacaktır bu kentleri ve öykülerini bilmezse. ‘Deniz, güneş, kum’ elbette çok güzel, insan Ege’nin ve Akdeniz’in mavi sularına gömülünce kendisini o maviye boyanmış hisseder ama şu anlattığım gerçeğin farkında olmadığımız gibi, doğrudan Akdeniz’e, yani Bodrum’un doğusuna uzanan Likya uygarlığını, Romalıları da bilmiyoruz. Diyecek bir şey yok.

Bizim bunca ihmal ettiğimiz bu gerçek, bu çok zevkli ve somut tarih ve kültür birikimi tartışmasız şekilde devraldığımız görkemli mirastır. Cehalet mazeret değil mahcubiyettir, çünkü cehalet bilmediğini bilmemektir. Oysa 19’uncu yüzyılın ortasında arkeoloji bilim olarak gelişmeye başladığında ilk iki önde gelen isimden Schliemann (diğeri Champollion) Çanakkale’deki Hisarlık tepesini kazıyordu. Schliemann biraz karışık bir adamdı, pek sağlam pabuç değildi. Bugünkü hassasiyetlerle değil, tarihin gördüğü en büyük muhayyilelerden birinin verdiği hırs ve heyecanla hareket ederek, Troya’yı kırıp dökerek kazdı ve ‘Priamos’un hazineleri’ dediği, oysa Troya’da cereyan eden savaştan 100 yıl öncesine ait bir hazineye ulaştı. Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışına taşıdı bulduğu hazineyi. İmparatorluk kendisini 10 bin altına mahkûm ettirdi. 50 bin altın ödedi, İstanbul’da bugün Arkeoloji Müzesi olan Müze-i Hümayun’a ve Osman Hamdi Beyin desteğiyle yeniden aynı bölgeyi kazma hakkını elde etti. (Osman Hamdi’nin bu zatla ve başka birçok zevatla ilişkisi muhtemelen farklı boyutlar da içeriyordu. Gene de Osman Hamdi’miz en yüksek değerlerimizdendir.)

Bazen çok kızıyorum Schliemann’a ama çoğu zaman da hayranlık duyuyorum. Birkaç haftada bir dil öğrenme yetisine sahipti ve iki destandan, Illiada ve Odisseia, yola çıkıp sonunda toprak altında uyuyan ve tarihi binlerce yıl öteye giden Troya’yı buldu. Bugün Troya’nın altındaki tarihsel yerleşimleri de biliyoruz. Hepsi, dış mimari kurgusu mükemmel, gerçekten çok etkileyici, Troya Müzesi’nde görülebilir.

Asıl mesele şu: yine bizim ihmal ettiğimiz eski uygarlıkların tadını Batı ülkeleri çıkarıyor. Biraz eski yapıt şımarığı olduğumuz doğru. Ören yerleri, müzeler tıka basa geçmiş uygarlıkların kalıtlarıyla dolu. Daha fazlasını sergileyemiyoruz, ne yapacağımızı onlarla bilmiyoruz. Ama bir de Berlin’de Pergamon Müzesi var değil mi? Bizden, Bergama’dan kaçırılmış bir altar bu, olduğu gibi orada yeniden inşa edilmiş. Üstündeki kabartmalar Helen sanatının en güçlü örneklerinden. Oraya kaçırılarak götürüldü bu yapıt ve bugün dünyaya sergileniyor. Sadece o değil, İslam eserleri ve Orta Doğu eserleri de kaçırıldı ve Almanlar onları zevkle, muazzam paralar kazanarak sergiliyor. Bu anlayışın arkasındaki ahlakı aklımın alması olanaksız.

Vakti zamanında Kültür Bakanlığı’nda danışmalık ederken Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü, çok yakın dostum ve çok özlediğim merhum Prof. Dr. Engin Özgen’le uğraşmış, didinmiş, Amerikalıların elindeki Herkül heykelini yurda geri getirmiştik. O dönemde Bakan olan Fikri Sağlar’ın bu konudaki emeği çoktur. Bu çaba sonradan bir içtihada dönüştü ve izleyen dönemlerde de bazı yapıtlar ülkeye geri kazandırıldı. Yine de dışarıda bulunan birikimle mukayese edince bunlar hiçbir şey. İçinde bu konuda anlatamayacağım kadar çok anım var. Her büyük müze Türkiye’den bir dizi eşsiz yapıt barındırıyor. Benim anılarımı bir yana bırakayım, Halikarnas Balıkçısı’nın muhteşem anısını aktarayım:

Balıkçı günün birinde oturup İngiltere Kraliçesine mektup yazar ve ‘Halikarnassos anıtı Britanya Müzesi’nin karanlık duvarlarının arasına değil Arşipel’in mavi göğüne yakışır’ der, anıtın iade edilmesini ister. İngilizler verdikleri cevapta, ‘eseri iade edemiyoruz ama arkasındaki duvarları maviye boyadık’ derler, halen de mavidir. Bu kadar basit, bu kadar karmaşık. Pergamon Müzesi gibi Britanya Müzesi de tıpkı Louvre gibi tıka basa dünyadan çalınmış yapıtlarla doludur. Nereidler Anıtı Santos’tan çalınıp aynı müzeye götürülmedi mi, dileyen gidip bu muhteşem anıtı görsün ve kimse ‘bizde olsaydı harap edilirdi’ gibisinden saçma bir sözün manasızlığına sığınmasın, bakınca insanın gerçekten içi acıyor o yapıtın o müzede olmasına.

Bizden gidenler böyle de Yunanistan’dan gidenler daha mı az? Öyküsü dillere destan olacak şekilde Lord Elgin’in Atina’daki Parthenon’dan söküp götürdüğü kabartmalar da yine Britanya Müzesi’nde öylesine duruyor. Yunanlar ne kadar ısrar edip isteseler de İngilizlerin vermeye niyeti yok. (Bu yazıyı yazarken Pergamon Müzesi’nin bakıma alınacağını okudum, demek istiyorlar ki, Türkler ne kadar diretse de biz yapıtları iade etmeyeceğiz, aksine müzeyi daha da geliştiriyoruz.) Teker teker saymaya gerek yok, dünyanın farklı yerlerinde farklı kültürlerin ürettiği yapıtlar çalınmasaydı bugün bahsettiğim müzelerin tek bir tanesi olmayacaktı. Rosetta Taşı’nın, Mısır mumyalarının ne işi var o müzelerde?

Yeri gelmişken belirteyim, UNESCO’nun ne yapıp edip bu sorunu aşması gerekir. Anlattığım durum cereyan edecek fakat müze ve devlet yetkilileri akla mantığa sığmayan, asırlar evvel hiçbir kuralın olmadığı dönemlerdeki bir dizi ilişkiyi bahane edip o eserlerden para kazanmayı sürdürecek. Hayır, bu önerme kabul edilemez, yapıtlara, anıtlara özgürlük! Uluslararası kurumlar bir büyük protokolle gerekli düzenlemeleri yapar, anıtlar da yapıtlar da tarihteki yerlerine döner. Esasen böyle bir uygulama da var. Napoleon fethettiği yerlerdeki sanat yapıtlarını yağmalayıp Paris’e, Louvre Müzesine getiriyordu. Dönemi tamamlandıktan sonra Fransızlar şimdi Vatikan’da bulunan ve karşısında saatler geçirmemenin nasıl mümkün olabileceğini bir türlü anlamadığım Laocoön’u ve Uffizi’deki Medici Venüsü’nü iade etmişlerdi. (Ama İspanyol resminin en önemli parçalarını allem edip kallem edip vermediler.)

Direnmeyi anlıyorum. Uluslar şimdi sadece bir yapıt olmanın çok ötesine geçmiş ve kelimenin gerçek manasında ikona değeri kazanmış yapıtlara o niteliklerini kazandırdılar. Örnek mi istiyorsunuz, Milo Venüsü ve herkesin annesinin yüzünden daha fazla ve iyi bildiği Mona Lisa. Son zamanlarda okuduğum bu yapıtlarla ilgili iki kitap bu konuda bana farklı ufuklar kazandırdı. Birincisi, Louvre’da bulunan Milo Venüsü’nün böylesi bir ikonolojiye dönüşmesinin öyküsü. Bir çiftçi tarafından toprağı sürerken 8 Nisan 1820 Melos adasında bulunan heykel hızla İstanbul’daki Fransız Büyükelçiliği’ne bildirildi, gene bin türlü tehditle satın alınıp Louvre’a aktarıldı. Müzenin en ortasındaki yere oturtuldu ama bir hileyle. Klasik döneme ait olmadığını gösteren tarihi içeren kaide kullanılmadı. O döneme ait olduğuna inandırıldı insanlar ve büyük yolculuğu başladı heykelin. Kadın güzelliğin en yüksek temsillerinden bir kabul edildi. (Magritte de, Dali de heykeli yeniden yorumladılar. Ama ben en çok Jim Dine’ın Manhattan’da 6. Cadde’de, 53-54. Sokaklar arasındaki muhteşem yorumunu severim, Magritte’i de Dali’ye tercih ederim.)

Geçmeden belirteyim: Milo Venüsü’ne (Afroditi’ne) hayranım ama ondan daha etkileyicisi Knidos Afroditi’ydi. Büyükler büyüğü Praksiteles’in yaptığı ve o güne kadar çok işlenen çıplak erkek bedeni karşısına çıkardığı ilk çıplak kadın heykeliydi. Knidos bugün Datça yarımadasının ucunda. Heykelin aslı İstanbul’a getirilmişti, orada saray yanınca kayboldu ama replikaları duruyor. Bazılarına Mahcup Venüs de deniyor, örnekleri, yukarıda andım, Vatikan’da ve Washington’da. Peki, güzel de dünyaya bu heykelin Knidos’taki tapınak için yapıldığını anlatmamız gerekmez mi? Ne Knidos’un adı biliniyor ne Datça’da olduğu ne de Datça’nın Türkiye’de yer aldığı. Bana kalırsa ne yapıp yapıp The Princeton Encyclopedia of Classical Sites isimli kitabı çevirmemiz ve çalışmamız gerek.

Devam edeyim. Knidos bilinmiyor da o mükemmel heykeli (ki, tamamını göremiyoruz) Antakyalı Aleksandros’un yaptığını, tersinden söyleyeyim, heykeli yapan Aleksandros’un Antakyalı olduğunu biliyor muyuz? Gerçekten antikitenin Anadolu’suna dönük bu vurdumduymazlığı, bu ihmali aklım almıyor. Oysa, şimdi depremin yerle bir ettiği Antakya, Aetius’u, Apollophanes’i, orada ölen Theophilus’u daha birçok büyük ismi ve heykelci Aleksandros’u çıkarmıştı. Biz bilmezsek dünya nasıl bilecek, ayrıca da niye bilsin?

İkinci örnek La Joconde yani Mona Lisa. Fransa’nın bu yapıtı bir dünya simgesine dönüştürmek için neler yaptığı hatta Fransa’nın bizatihi kendisini dünya kültürünün merkezine yerleştirmek için gösterdiği çaba, bir dönemin efsanevi Kültür bakanı, romancı ve serüvenci André Malraux’nun bu yoldaki gayretleri de Mona Lisa’s Escort: Andre Malraux and the Reinvention of the French Culture isimli kitapta santim santim anlatılıyor. Şimdi yalan söylemeyeyim, kitap esasen ikinci başlığıyla ilişkilidir. Malraux’nun bırakın dünyayı bir yana Fransızları Fransa’nın geçmişiyle ve kültürüyle birleştirme çabaları ama o arada bu işi Fransa’yı dünyaya açarsa daha iyi başaracağına dönük dahiyane inancı, büyük resmi Kennedy dönemi Amerika’sına götürüp sergilemesi akla ziyan bir anlatıdır ve kitapta dile getirilir. Doğrudan Mona Lisa’nın öyküsünü ise benim sosyal demokrasi üstüne kitaplarından tanıdığım Donald Sassoon’un Mona Lisa The History of the World’s Most Famous Painting kitabında yer alır. Eğer bu kitapları okumaz ve bellemezsek mesela Milo Venüsü’nün o muhteşem heykelin (her ne kadar Renoir ‘ancak bir jandarmanın güzelliği var o heykelde’ demesine rağmen) Antakyalı Aleksandros tarafından yapıldığını dünyaya öğretemeyiz. Öğretemeyiz. Bu kadar!

İşte böyle. Yaz ketendendir ve Akdeniz’dir ama yaz uygarlıklar ve arkeolojidir aynı zamanda. Mavinin bin bir tonuyla kıpırdadığı, denizin ve gökyüzünün birleştiği, insanın o mavi ve engin tarlada, ister ufka bakarken ister içinde yüzerken isterse üstünde giderken erinç duyduğu Akdeniz eskil kültürlerdir. Klasik dönemin Ege’si ve Akdeniz’idir yaz. Akdeniz’in büyük Roma uygarlığını, Likya’nın kalıtını unutmuyorum, aksine büyük saygı duyuyorum ama yine de Akdeniz eskil Yunan uygarlığıdır, çünkü bizimdir yani Anadolu’nundur o uygarlık, kökleri itibariyle.

Her ne kadar kendi dönemlerinde rengarenk boyanmış olsalar da geçen binlerce yılda o renkler, o boyalar üstlerinden silindi. Bu zamanın bilgeliğiydi. Zaman onları gerçekten olması gereken hallerine eriştirmiş, güneşin altında bembeyaz, pırıl pırıl parlamalarını sağlamıştı. Onları o mavi gök ve denizle sonsuzca uyumlulaştırmıştı. Bir de karartmıştır zaman Akdeniz’in bazı taşlarını. Bir antik amfitiyatronun taşlarına sinen karanlık aslında Yunan tragedyalarına aittir, iş onları duymaktadır.

Şimdi bize hiç bitmeyecekmiş gibi gelen güzel, uzun, sıcak yaz günlerinde bu bilgeliğin tadını çıkarmak düşer: mavi gök, deniz ve insan yaratıcılığının eşsiz verimi bembeyaz mermerler, yani Akdeniz.

Üstelik Akdeniz’in yazı da arkeolojisi de bitmez, kışın bile…

 

RELATED ARTICLES

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Populer Yazılar